Özelleştirme Tarihimiz 2021

ÖZELLEŞTİRME ÜZERİNE AYKIRI DÜŞÜNCELER

MEHMET ASLAN

Sokrates ne demiş:

“Gençler, evlenin! Her halükârda kârlı çıkarsınız. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz. Kötü çıkarsa da ne gam, benim gibi filozof olursunuz…”

Ben de mühendislik hayatımın başlangıcında, 20 yıldan fazla devlet işletmelerinde çalıştım. Bu yüzden belki zengin olamadım, ama her adımda karşımıza dikilen çetrefil problemleri çözmeye ve yorumlamaya çabalarken filozof oldum diyebilirim.

Genel olarak Türkiye sanayiinde ve özellikle devlet işletmelerinde yönetim tarzı, insan ilişkileri ve aksaklıklar üzerine çok kafa yordum. Ta 80’li yıllardan beri, bu hususta ne bulduysam okudum.

İvan Gonçarov’un muhteşem romanı Oblomov’dan, Max Weber’i Türkiye’ye uygulayan ve geliştiren Prof. Dr. Sabri F. Ülgener’in “Zihniyet…” kitaplarına kadar, İTÜ’den Makine ve Elektrik Mühendisi olarak mezun olduktan sonra hem siyasette, hem de sanayide yol açıcı büyük işler yapan Burhan Oğuz’un bir zamanlar Cumhuriyet Gazetesi’nin ikinci sayfasında yer bulan çok aydınlatıcı yazılarından Türkiye’de dini siyasete alet etme suçlamasıyla hapse atılan ilk ve tek sosyalistimiz olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1961 tarihli “Sosyalizmimiz ve Devletçiliğimiz” başlıklı risalesine kadar…

Genç mühendislere de hep bu ve buna benzer kitapları okumalarını tavsiye ettim. Çayırhan’da kendi cebimden 25 tane Oblomov alıp bütün mühendislere dağıttım.

Ama daha öncesi de var tabii. Yatağan’da özelleştirme ha oldu ha olacak denilen günlerde, 1998 yılında kaleme aldığım “Özelleştirme Üzerine Aykırı Düşünceler” internette çeşitli platformlarda okundu, tartışıldı ve yankılar yarattı. Ama esas olarak hitap etmek istediğim sol kesimde pek kabul gördüğü de söylenemez.

Artık bir “tarihi belge” özelliği kazanan bu yazımı da eski günleri anmak için yeniden yayınlamayı yanlış bulmadım.

Epeyce iddialı bir üslûpla yazılmış olan bu yazıyı hiç değiştirmeye gerek duymadım. Çünkü aradan 20 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, bence bu yazı hâlâ doğruluğunu ve güncelliğini devam ettiriyor…

Biraz uzun olsa da okumanızı tavsiye ederim

“Devletçilik iyi mi, kötü mü? Adamına bakar. İnkılâpçı bir hükümetin elinde devletçilik en yüksek verim, millî kalkınma zaruretinin en canlı ilâcıdır. Mürteci bir hükümetin elinde, aynı devletçilik hazır yiyici memur sürüsünü vatanın başına belâ etmek ve milletin toplu tekniğini çeşit çeşit vurguncu ve hırsız çetelerine peşkeş çekmek olur; sosyal soysuzluğun en alçakça ve kahpece oyunlarına kapı açan millî bir zehir haline gelir.”

(Hüseyin Himmet KIRŞEHİRLİ : Osmanlı Tarihi, sayfa 75, Tarih Bilimi Yayınları, İstanbul, 1982.)

Sol kesimde özelleştirmeye karşı çıkmayan yok gibi. Hatta bunu solculukla özdeşleştirmeye kadar götürenler bile var. Avrupa için neyse de, hele söz konusu ülke Türkiye ise, biraz daha ihtiyatlı konuşmakta fayda var. Bu yazıda, genel sol ortamımızda geçerli ifade tarzına epeyce ters gelebilecek bazı tespitler ve teklifler ortaya konmaya çalışılacaktır. Gerçi yazıda ortaya konulan fikirlerin büyük bölümü pek ‘yeni’ değildir. Zaten ne demiş şair: “Yeni sözler arama nafile / Derdim yeni olsa anlarım.” (Melih Cevdet Anday, Alaturka, 1946) Sadece son gelişmelerin yarattığı etkilerle bazı kavramların örneklerle daha da somutlaştırılmasından söz edilebilir. Bu kapsamda özelleştirme konusu devletçiliğimizle, devletçiliğimiz ise ayrılmaz bir biçimde ikiz kardeşi olan devletçi sendikacılığımızla birlikte ele alınacaktır.

1.Türkiye’de devletçilikle Batı’da devletçilik farklıdır :

Özelleştirmeden söz edebilmek için öncelikle ortada bir devlet veya kamu malı olması şarttır. Öyleyse özelleştirme konusuna girmeden önce devletçiliğin Batı’daki ve Türkiye’deki kökenlerine inmekte fayda görüyoruz.

1917’den sonra Sovyetler Birliği’nde ve 1945’ten sonra Doğu Avrupa’da kurulan sosyalist uygulamaları ayrıca ele almak üzere bir yana koyarsak Batı kapitalist ekonomilerinde devletçi uygulamalar genellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında veya sonrasında başlamıştır. Amacı savaş sırasında mevcut sermaye ve işgücünü kapitalist üretim anarşisinin rastgele israfına terketmeden plânlı bir şekilde düşmana karşı seferber etmek ve savaş sonrasında yıkılan, yerle bir edilen ülke ekonomilerini bir an önce yeniden imar etmeye yöneliktir. Demek ki Batı’daki devletçi uygulamaların tarihi, sosyalist ekonomileri de hesaba katarsak en fazla yetmiş-seksen yıldır. Ama bizde durum epeyce farklıdır. Bazı tarihçilerin Hitit’lerden, bazılarının Bizans’tan başlattıkları kadim devletçilik geleneği en insaflı hesapla Fatih kanunnamesinden beri en az 500 yıldır bu topraklar üzerinde hüküm sürmüştür ve hayaleti ta iliklerimize kadar işlemiş olarak hâlâ yaşıyor. İster istemez insanın aklına geliyor: CHP kökenli solcularımızın öve öve bitiremediği 1930 model devletçilik de bu hayaletin reenkarnasyonu (yeniden ete kemiğe bürünmüş olarak karşımıza dikilmiş bir şekli) olmasın sakın?

Batı’da işveren sınıfı diğer halk kesimlerini de arkasına alarak gelişimin önünde ayakbağı haline gelen derebeyi devletini yıktı ve kendi devletini kurdu. Sınıf olarak çıkarlarını hem gerici derebeyliğe ve hem de yeni yeni sınıflar savaşına soyunmaya başlayan ilerici işçi sınıfına karşı savunmak üzere hem anayasal kurallarını koydu ve hem de bu düzeni zorla ayakta tutacak silahlı ordu gücünü örgütledi. Bu kuralları çiğnemeye kalkanlara kendi sınıfı içinden dahi olsalar müsaade etmedi ve mülksüz sınıfları ‘eşitlik’ içinde sömürmenin ‘özgürlük’ ve ‘adalet’ini sağlamanın yollarını aradı.

Bizde ise devlet kalubeladan beri vardır ve dokunulmazdır. Bu yüzdendir ki isabetle kullanılan sıfatlarından biri: ‘devlet-i ebed müddet’tir.  ‘400 arslandan’ günümüze yadigâr ‘sünuf-u devlet’ (yani: ilmiye, seyfiye, mülkiye ve kalemiyye)  ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü’ ayakta tutabilmek için ortalıkta kuş uçurtmaz. ‘Raiyyet’in (güdülenlerin) bu konuları tartışmaları dahi en büyük günah sayılır. ‘Müteşebbislerimiz’e gelince bu sıfata ancak tırnak içinde sahip olabilecek yaradılıştadırlar. Onlar için devlet: iltizam, istikraz ve en son ihale dümenleriyle tırtıklanacak bir ‘Miri mal denizi’nden başka bir şey değildir. Bu uğurda devletlûların her dediğine önlerini iliklemişlerdir. ‘Tecimendirler, yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.’ (Cemal Süreya, Sevda Sözleri, 2010, sayfa 130) Bilirsiniz, daha bir kaç yıl önce, sonradan görme zengin ve ağzı bozuk bir Devlet Bakanı’nın kendilerine neredeyse ana avrat sövmesini dahi zarif bir sessizlikle geçiştirmişlerdir. Şimdi gel de, derebeyinin kanunsuz olarak el koyduğu alt tarafı iki at için (hayır! prensipleri için) Almanya’yı yangın yerine çeviren Michael Kohlhaas’ı arama bakalım! Bizimkiler ise sopayı görünce aporta kalkmayı (veya alafranga dansa!) en pişkin Kayseri’lilik olarak takdim etmekten hiç utanıp sıkılmıyorlar.

“Örnek alalım: bir İngiliz işvereni ile lordu, anayurdunda: Devletin kanunu, hatta örf dışında kılını kıpırdattırmaz; dünyada: Hemen yarı yeryüzünü sömürge ve yarı-sömürge gibi kullanır. Bir de bizim ağalarımızla bezirganlarımıza bakalım: hepsi Devlet koltuğunda şakşakçı teb’a, rüşvetçi müteahhit kenedirler; ‘yurtseverlik’i bu yönde anlar ve savunurlar. Dünyaya gelince, onlar ecnebi mallarına ajan ve yabancı nüfuzuna hayran olmaktan hiç tedirgin düşmezler. Bu, her çiğ ve acı güçlüyü kendisine ‘Metbu’ (Süzeren: üst ağa) saymaya hazır insanlara Ortaçağda ‘Vasal’ (Kul Taifesi) denir. Demek, bizim yönetici sınıflarımız henüz vatandaş, modern yurttaş bile olmamışlardır.” Tevekkeli değil, anayasalarımızı da, babayasalarımızı da hâlâ olağanüstü hâl yönetimleri hazırlıyor. Berikiler de, hafif bitleri kanlanınca, bu durumdan şikâyet etmeyi ve bunu da en hızlı ‘sivil demokratlık’ olarak pazarlamayı marifet biliyorlar.

Böyle bir ülkedeki devletçilikle Batı’daki devletçiliği birbirine benzetmek herhalde Ortaçağla Modernçağı birbirine karıştırmaktan farksızdır. “Batı’da sosyalist devletçilik, işverenin hesaplılığına dayanır; bizde ‘Devletçi Sosyalizm’ -bilerek, bilmeyerek- Ortaçağın tartısız, darasız keyfiliğini okşar.”

2.Türkiye’de özelleştirmenin anlamı Batı’dakinden farklıdır:

Hal böyle olunca, elbette ki özelleştirmenin taşıdığı anlamlar da farklı olmak durumundadır. Batı’da savaş rüzgârları geride kalınca ve hele ‘ezeli ve ebedi düşman’ sosyalist blok da elden ayaktan düşüp korkulacak bir tehdit unsuru olmaktan çıkınca, daha önce 40’lı yıllarda devletçilikten umulan fonksiyonlar artık gereksiz hale gelmiştir. Öte yandan gitgide katlanarak büyüyen ve aynı markada bazen dört-beş ismi barındıran acayipliklerle ‘globalleşen’ sermaye kendine yeni yatırım alanları ve yutulacak yeni sanayi kolları aramaktadır. Bütün bu çeşitli etmenlerin bileşimi 80’li yıllarda Batı’da özelleştirmenin güçlü bir moda olarak ‘Yeni Dünya Düzeni’nin bayrağında kendine çok önemli bir yer sağladığını gösteriyor. Bu aynı zamanda çözülen sosyalist ülkelerdeki kamu mülkiyetinin yağmalanması ve bu ülkelerin en başta ekonomik olarak işgali anlamını taşıyor. Kısacası Batı’daki özelleştirme, nisbeten kısa süren bir devletçilik uygulamasının ardından sosyalist blokun da çöktüğünü görüp ‘köpeksiz köyde değneksiz dolaşan’ finans kapitalin eski büyük korkuyu hatırlatan her türden kamusal adacıkları ortadan kaldırma girişimidir.

Türkiye’de ise özelleştirme konusu bambaşka bir tarihe ve anlama sahip. Meselâ Turgut Özal, ölmeden önce hep ‘Batılılara özelleştirmeyi ben öğrettim!’ diye şişinir dururdu. Oysa böbürlenmesine hiç gerek yoktu, çünkü henüz hafızasını yitirmemişlerin çok iyi bildikleri gibi bu ‘yalancı pehlivanlığımızın’ tarihi çok daha gerilere gidiyor. Tarihin ne garip tesadüfüdür ki Batılı kapitalist ülkeler çare olarak devletçiliğe sarılırken, 40’lı yılların sonlarında Demokrat Parti’nin Menderes’i çoktan: ‘iktidara geldiği takdirde devlet işletmelerini özelleştireceği’ palavrasına başlamıştı bile! 29 Mayıs 1950 tarihinde okunan Birinci Adnan Menderes hükümetinin programına bakalım: “Bundan böyle amme karakterini haiz olmıyan sahalarda işletmeciliğe geçmiyeceğimiz gibi, muhtelif sebepler altında kurulmuş olan işletmeleri, amme hizmeti gören ve ana sanayie taallûk edenler hariç, muayyen bir plan dahilinde elverişli şartlarla peyderpey hususi teşebbüse devretmeye çalışacağız.” (İsmail ARAR : Hükümet Programları 1920-1965, s. 216, Burçak Yayınevi, 1968.)

Sonra ne mi oldu? “Demokrat Parti rahmetlik, bir tek sözünde durmuş olmak için Devlet işletmelerini satılığa çıkardığı zaman, bir tek ciddi özel sermayeci müşteri çıkmadı. Ancak, bedavaya verilir ve üstelik diş kirası para da ödenirse, Devletçiliğimizi utandırmamak için devlet işletmelerini almaya katlanan bir özel sermayeci: ilk iş olarak bu işletmelerdeki personelin beşte üç veya dört kişisini kapı dışarı edeceğini şart koştu.” Garibim Menderes ne yapsın? O da tuttu, mevcutlarının üzerine 10’dan fazla nurtopu gibi KİT, İDT v.s. daha ilave etti!.. Hele ‘Hür Teşebbüsçü’ ve ‘Morrisoncu’ Demirel’in hiç hakkını yemiyelim. Allaha şükür, o asla özelleştirme lâfı filan etmedi. Tam tersine ‘Gomonislerin’ yerine Moskova’ya kendisi gitti ve koltuğunun altında koca koca çelik, alüminyum fabrikaları ve petrol rafinerileri ile döndü. Bunları devletçiliğimizin bitmez tükenmez hazineleri arasına kattı. Peki, öldükten sonra medyamızın öve öve göklere çıkardığı Özal ne yaptı? 83’ten 91’e kadar tam 8 koca yılda, hem de partisi Meclis’te tam çoğunluk sağlamışken ‘kopardığı gürültü ürküttüğü kurbağaya değdi mi?’  Sadece birkaç tane çimento fabrikasının satılması o eşi menendi bulunmaz yiğidin şanını kurtarmaya yetti mi dersiniz?

İşte böyle olur (veya olmaz!) bizde özelleştirme dediğin! Hayrettir, bunu herkes bilir veya en azından sezer de, bir tek bu şark işi devletçiliği ‘bulunmaz Hint kumaşı’ zanneden bazı solcularımız bir türlü farkedemez. Onlar sanır ki bütün bu özelleştirme girişimleri Mümtaz Hoca’nın muhteşem hukuk mücadelesi sayesinde sonuçsuz kalıyor. Vah “Ol mahiler ki, derya içredir, deryayı bilmezler” vah!.. Oysa en sonunda Mümtaz Hoca kendisi bile az buçuk uyanır gibi oldu: En büyük holding başlıklı bir yazısında, sözümona özelleştirmeyi hızlandırmak için kurulan Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın, kendisine bağlanan kuruluşlarla gitgide şişerek, değil Türkiye’nin, belki de dünyanın en büyük holdinglerinden biri haline geldiğini, Ankara’nın dolar hesabıyla kiralanan sırça köşklerinde yan gelen şık giyimli prens ve prenseslerin ise, belki de bu rüya hiç bitmesin diyedir, aslında özelleştirme için kıllarını bile kıpırdatmadığını biraz hayretle ortaya koydu. Ne büyük keşif yarabbim! Şu ilginç tespitten otuz beş yıl sonra gelse de bravo: “Ama, vergisi ve karakoluyla bizim bitmez tükenmez, ucu bucağı görünmez kırtasiyeciliğimizi etinde, kemiğinde duymuş halkımız önünde, bizim salak ve solak hafızlarımız ‘devletçiliğimiz’e  ‘Şamın şekeri’ dedikleri gün, yüzleri kızarmasa bile, ‘Arabın yüzü’ gibi istenmeyecektir. Tersine, hani şu ‘devletçiliğimiz’in sıcak serlerinde tıkız harçlıklarla sulanıp sun’ice büyütülmüş ‘şeriatçı-ırkçı’larımız yok mu? Onlar, ‘suret-i  haktan’ görünüp, sığındıkları ‘devletçiliğimiz’e sözüm ona çatarak, toplumumuzu Hülagü Hanın okla yay çağına döndüreceklerini vait ettikleri zaman milletçe alkışlanacaklar da, beriki sosyal-devletçiler, taratorlu ağızlarıyla sırf  ‘devletçiliğimizin cennet köşkleri’ni tapşırmaya kalkar kalkmaz, -yanıbaşlarında jandarma süngüsü yokken- yuhalanacaklarını enkonsiyanlarıyle sezmektedirler.”

İşte böyle!.. Devletçiliğimizin yeteri kadar güçlü derin kökleri ve gereğinden fazla ateşli savunucuları her zaman olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. İlaveten solcularımızın da bu koroya dahil olmalarına ve hele özelleştirmeye karşı çıkalım diye kendilerinden geçip bu kadar celâllenmelerine hiç gerek bulunmamaktadır. 1983 seçimlerinden önce bir televizyon programında Turgut Özal boğaz köprüsünü, barajları satacağını söyleyince o zamanların ‘muvazzaf solcu’su Necdet Calp: “Sattırmam da sattırmam!” diye masaları yumruklamıştı. Zaman geçti, T. Özal başbakan oldu ve satmak ne kelime, yaptığı tek şey: hepimizle dalga geçercesine üzerinde Boğaz Köprüsü resmi veya Keban Barajı resmi bulunan birtakım ‘tasarruf bono’larıyla piyasadan para toplamak oldu! Necdet Calp’in belki kusuruna bakılmaz ama hâlâ Türkiye’de solculuğu bu kadar komik duruma düşürmeye ve solcuları da bu derece ahmak yaratıklarmış gibi göstermeye kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Görmeye ömrümüz vefa eder mi bilemem ama, velev ki sağcı iktidarlar bu Yağma Hasanın Böreği’ni elden çıkarmaya gerçekten niyetlenmiş olsunlar, solcuların bu durumda atacakları tek ve doğru slogan: “Sıkıyorsa, sat da görelim!” olmalıdır. (Hatta gerekirse işaretiyle birlikte!)

3.Türkiye’de devletçiliğin bugünkü durumu:

Toy çağlarımda, bir Güneri Cıvaoğlu ile bir Ahmet Kabaklı’nın nasıl olup da aynı gazetede yazabildiklerine bir türlü akıl erdiremezdim. O yıllarda Türkiye sağ’ının gözde gazetesi ve Adalet Partisi iktidarının en heyecanlı savunucusu, Kemal Ilıcak’ın çıkardığı Tercüman gazetesi idi. Bu gazetede ne ararsanız bulurdunuz: Bir bakardınız, finans beylerinin yakışıklı play-boyları ile mütegallibenin hacıyağı kokulu Kabak Hafız’ları aynı ahırda sohbet halinde… Bir bakardınız ırkçı-şeriatçı kırması Ergun Göze ile ‘demokrat’ sülalenin Nazlı kızı memleketin ahvâlinden dem vurmakta… Bu görüntüden hiç öyle rahatsız da olmazlardı. Arasıra ‘zinde kuvvetlerin’ bir destur! çekmesi ile utanır, bu sevdadan bir süre vazgeçmiş görünürlerdi. Ama huylu huyundan vazgeçer mi? ‘Tercüman-ı hilâf-ı hakikat’ iflas etmiş, ne gam! “Bâb-ı Âli’nin salon salomanjesi” Hürriyet ne güne duruyor? Bir zamanlar ‘solun namusu kaldı mı? kalmadı mı?’ gibi pespaye demagojilerle Tercüman’da alkış toplayan Rauf Tamer gibi namlı anti-komünistler, bir bakıyoruz eski solculuğu kendinden menkul bir takım genel yayın yönetmenlerinin altında solun değişmez namus-u mücessemi Mümtaz Hoca’larla barış içinde bir arada yaşıyor! Pardon, şimdi de Sabah’ın birinci sayfasına mı terfi etti? Bir de buna ‘farklı fikirlere tahammül’ gibi pek masum bir etiket koymazlar mı? Teşekkürler, bu ağır kokuya ‘tahammül’ edebilenler, buyursun!

Türkiye’nin ‘güzîde’ basınında ilk bakışta göze çarpan bu modern-antika kırması koalisyon her günki ekonomik, siyasi ve idari yapımızda da kendini ortaya koyuyor ve hükmünü ancak ‘devletçiliğimiz’ sayesinde rahatça sürdürebiliyor. Bu uğursuz ittifak en başta ülkeyi coğrafi olarak paylaşmış görünüyor: Ekonomik açıdan büyük metropoller ve siyasi açıdan merkez (Ankara) ‘global’ takılan finans beylerinin denetiminde kalıyor. Ancak suyun başını tutmak o kadar da kolay olmuyor: Artık iyice milletinden kopmuş bu oligarklar güruhu halk içinde destek bulabilmek ve saltanatlarını sürdürebilmek için bayilikler, acentelikler, yetkili servis v.s. ayak işlerine koşturarak yemlediği ‘halis muhlis yerli cevherimiz’ taşra mütegallibesini yağmaya ortak etmek zorunda kalıyor. Bunlar da fukara halkı hem faize ve taksitlere boğarak gıkını çıkartamaz hale getiriyorlar ve hem de ‘demirkırasi’ zamanı finans oligarşisinin has partilerine oy davarı etmeyi beceriyorlar.

Ama bedavaya değil tabii. Yaptıkları bu ‘hayırlı’ hizmetin karşılığında kasabalara çöreklenmiş bu eşraf-ayan-mütegallibe de denilen tefeci-bezirgân tayfası; hele son zamanlarda, Türkiye’nin taşrasında ekonomik, siyasi ve idari yönetimi iyice ele geçirmiş görünüyorlar. Mahalli yönetimler (muhtarlıklar, belediyeler, özel idareler v.s.) zaten onların tekelindedir. Ancak bu yetmemektedir. Merkezi yönetimin taşradaki organları da (valilikler, kaymakamlıklar, taşradaki KİT yönetimleri) artık o bölgedeki mütegallibenin oyuncakları haline gelmiştir. Erzincan Valisi’nin ikide bir feryat etmesi boşuna değildir: Gerçekten de, Tek Parti devrinin bir döneminde uygulandığı gibi iktidardaki partinin il başkanının vali, ilçe başkanının kaymakam olarak görevlendirilmesi artık çok yerinde bir uygulama olacaktır! Çünkü yıllardır hukuken olmasa da fiilen, iktidar partilerinin il ve ilçe başkanları Türkiye’nin taşrasını yönetmektedirler. Ancak herhangi bir uygulamanın altına imza atma mecburiyetleri olmadığı için hiçbir sorumlulukları da bulunmamaktadır. Bu durumda Türkiye’nin taşrası merkezden de beter bir biçimde alabildiğine sorumsuzca yönetilmektedir.

Osmanlı devlet ricali tiksintiyle karışık: “Haşa min huzur tüccar!” dermiş. Şimdiyse devlet memuru, ‘tüccar’ karşısında rüzgâra kapılmış hazan yaprağı gibidir. O eski asaletinden veya vekarından eser kalmamıştır. Beş paralık vergi iadesi için esnaftan fatura dilenmeye çıkanından tutun da rüşvet için çalmadık kapı bırakmayanına kadar ve her iktidar değişiminde kostüm değiştirir gibi parti değiştiren bir fırsatçılar sürüsü külah kapma hevesiyle oradan oraya sürüklenip durmaktadır. Bu şekilde makam sahibi olan devlet memurları ise yukarıdan gönderilen talimat ve genelgelerden ziyade mütegallibenin içki masalarında (veya dinî sohbetlerde) dikte ettirdikleri ‘rica’lara daha fazla itibar etmektedirler. Böylece, beğenmediğimiz mevcut kanunlar şöyle dursun, tamamen kanunsuz bir yönetim tarzı ortaya çıkmaktadır. Artık yöneticiliğin mahareti ‘kitabına uydurma becerisi’ ile ölçülmektedir. Uymasa da mühim değil, çünkü son yıllarda artık sicil notu veya teftiş müzekkeresi sonucu görevden atılan veya sürülen memur da pek görülmemektedir. Sözgelimi, densiz bir müfettişin iş üstünde yakalayıp açığa aldığı bir memur, eğer eşraf-ayan-mütegallibe nezdinde ‘şehrimizin makbul bir şahsiyeti’ sayılıyorsa müfettiş daha arkasını bile dönmeye kalmadan ‘akar ablar, döner dolablar’ misali yeniden göreve iade edilebilmektedir. Bu nedenle taşradaki memurlar Ankara’daki amirlerinden ziyade kasabadaki velinimetlerine hürmet etmekte, onların güvenine mazhar olabilmek için canla başla gayret göstermektedirler. Böylece, yapılan ihalelerde aslan payı taşra siyasetçileri ve adamlarına paylaştırılmakta, devlet dairelerine eleman alınacağı zaman göstermelik sınavlarla mütegallibenin makbul adamlarına öncelik tanınmakta, devlet dairelerinde yapılacak en basit bir işlem için bile “hâmil-i kart” selâmının getirilmesi şart koşulmakta, devlet memurlarının her türlü özlük işleri ise (tayin, terfi, nakil gibi) personel dairesinden filan değil, tefeci-bezirgân hacıağanın bürosundan yürütülmektedir vs. vs. Bütün bunların sonucunda, taşra siyasetçisi cebini doldurduğu gibi şanını da yürütmekte ve taşranın tartışmasız tek hâkimi haline gelmektedir.

4.Türkiye’de devlet işletmelerinin bugünkü işleyişi :

Yukarıda çerçevesi çizilen ortamda nasıl olabilirse, devlet işletmeleri bugün işte o durumdadır. Bir kere artık hiç kimse bu işletmelerin dünya standartlarına göre verimli çalıştırıldığını söylemeye cesaret edemiyor. Belki ikide bir yapılan zor kötek zamlarla fukara halkın canına okumak pahasına ‘kârlı’ oldukları iddia edilebilir ama ‘verimli’ oldukları, asla! Bu durum arızî veya geçici bir durum değildir, bunun yapısal birçok sebepleri bulunmaktadır :

a. Devlet işletmeleri aşırı derecede merkeziyetçidir:

Eskiden de pek farklı değildi ama 12 Eylül’den sonra devlet işletmelerindeki merkeziyetçilik daha da azdırıldı. Önceleri taşradaki fabrikalara ait olan birçok yetkiler gitgide daha fazla merkeze, Genel Müdürlük hatta Bakanlık düzeyine çekildi. Bu durumu eski TEK Genel Müdürü Muhittin Babalıoğlu zamanında kurum çalışanları arasında çok yaygınlaşan şu dalgacı ifade en veciz bir şekilde ortaya koymaktadır: “Muhittin Bey Çatalağzı’nda başmühendis iken emrinde çalıştırmak üzere mühendisleri işe alabiliyordu. Oysa şimdi genel müdür oldu, vasıfsız bir işçiyi bile işe alamıyor!”

Yetkilerin merkeze alınması çoğu zaman hızla alınması gereken kararların çok gecikmesine ve bu yüzden büyük zararlara yol açmaktadır. Öte yandan yine 12 Eylül’den sonra merkezdeki organizasyonun gitgide daha fazla onarılamıyacak bir şekilde tahribi ve dejenerasyonu merkeziyetçiliğin vehametini daha da ağırlaştırmıştır: Eskiden, taşradaki işletmelerde uzun yıllar çalıştıktan sonra elemanlar terfi ederek Ankara’daki yönetim görevlerine gelir ve işi bildikleri için bu görevleri rahatça, hakkını vererek yürütebilirlerdi. En azından, konuyla hiç ilgisiz Bakanlık bürokratlarının yüksekten uçmalarına dur diyebilirler veya taşrada uygulanması imkânsız bir takım genelgelerin dağıtımını engelleyebilirlerdi. Ancak, özellikle Özal döneminde icat edilen Prens’ler uygulaması ve daha sonra sık sık değişen hükümetler döneminde yaygınlaşan ‘paraşütle inme’ yöntemi, devlet işletmelerinin üst yönetimini taşradan tamamen kopardı. Artık merkez kadrosunda yer alanların çoğu, değil dertlere çare bulmak, taşradan aktarılan sorunları anlamaktan bile acizdir.

Öte yandan, her iktidar değişiminde, merkez organizasyonunda yer alan ‘ballı’ kadrolar (genel müdürlük, genel müdür yardımcılığı, daire başkanlıkları ve bazı kritik müdürlükler) yeni sahiplerini bulurlar. Ancak devlet bu kadroların eski sahiplerini ne yapacağını bilemez. Sınırlı sayıda ünvan bulunduğundan ve her ünvan için ise talip olan mebzul miktarda ‘yandaş’ mevcut olduğundan, iktidar ancak kendi adamlarına yer bulabilir. Bu kadroların eski sahipleri de tam anlamıyla ortada kalır. Çünkü bunlar devlet memuru statüsünde oldukları için ne işten atılabilir, ne de ‘tenzil-i rütbe’ ile kendilerine başka bir görev verilebilir. En iyi çözüm kendilerine ‘merkez valisi’ne benzer bir ‘uzman’ ünvanı verilerek kenarda uslu uslu oturmalarını sağlamaktır. Aslında bunların önemli bir bölümü de kendilerine reva görülen her türlü hakarete müstehak onursuzlardan teşekkül ettiği için kovsan gitmezler ve bir gün devran dönüp sıranın yine kendilerine gelmesini beklerler. Daracık odalarda bazen üç-beş kişi, yeterli sayıda sandalye bile verilmediği için bazısı ayakta, vakit ve çile doldururlar. Çoğu zaman da iş yapan insanların odalarına çöküp aslında kendilerinin ne kadar kahraman olduklarından başlayarak mevcut yönetim hakkında lüzumsuz hamam dedikodularına dalarlar ve çalışanları da işlerinden eylerler. Bir zamanların Ali kıran baş kesen Genel Müdür’leri şimdi çaycılardan bile yüz bulamadan koridorlarda biribirlerine toslaşarak dolaşır dururlar. Böylece birike birike merkez teşkilatlarında artık ‘uzman’dan geçilemez olur. Merkezin bu durumda olması da merkeziyetçiliğin fecaatini bin kat daha artırmaktadır.

b. Devlet işletmeleri aşırı derecede siyasi etkilere açıktır:   

Devletçiliğimizin genel durumundan pek farklı olmamak üzere devlet işletmeleri de aşırı şekilde günlük siyasi etkilere açıktır. Bunu derken, elbette ki çalışanların demokratik bir şekilde inandıkları siyasi görüşün propaganda ve teşkilatlanmasında faaliyet gösterebilmelerinden bahsetmiyoruz. Tam tersine, hangi parti iktidarda ise o partinin haricinde olanların ezilmesi, geri plana atılması ve iktidar partisi yandaşlarının da koltuklanması demektir. Bu durum özellikle yönetici konumunda bulunan memur kesimi için geçerlidir. Ancak işçi kesimi içinde de etkisini gösterir. İktidar partisinin bazı kıymetli mensuplarının, işçi bile olsalar fabrika içi organizasyondaki konumları ile hiç de mütenasip olmayan bir önem kazandıkları, fabrika yönetiminin de göz yummasıyla zaman zaman işi astıkları, ustabaşını filan iplemedikleri veya az zahmetli-bol avantalı işlere kaydırıldıkları vs. diğer işçilerin gözünden kaçmaz. Bu durum, işyeri içindeki adalet duygusunu zedelediği için hem genel iş verimini düşürmekte ve hem de işçiler arasında mevcut kendiliğinden dayanışma duygusuna zarar vermektedir.

Tayin ve terfi işlemlerinde bilgi, tecrübe ve yetenekten ziyade siyasi ilişkilerin daha fazla önem kazanması bir diğer açıdan da yönetim mekanizmalarında korkunç ölçüde tahribata yol açmaktadır. Haksızlığa uğrayanlar veya böyle olduğuna inananlar ya işten ayrılmakta ya da işe küsüp bir kenara çekilerek bir süre sonra gerçekten de işe yaramaz bir hale gelmektedirler. Bu durum organizasyonun ihtiyaç duyduğu yetenekli işgücünün hem sayı hem de kalite olarak düşmesine yol açmaktadır. Ancak bundan da kötüsü gitgide ilişkiler daha da karmaşıklaşmakta ve kimin haklı, kimin haksız olduğu bu toz duman ortamında iyice ayırdedilemez hale gelmektedir. Bir yanda her türlü ahlak dışı yöntemi mübah sayarak işbaşına gelip halen öyle veya böyle işleri yürütenler, öte yanda ise haklı çıkmaktan başka hiçbir işe yaramayacak hale düşen ve kapıyı çarpıp çıkacak kadar olsun kendine güveni kalmamış iktidarsız mızmızlar sürüsü… “Ey mevsimler, ey şatolar!/ Söyleyin defosuz ruh kimde var?” (A. Rimbaud).

Bu kargaşalık en başta mevcut sistem içinde bazı iyileştirmeler yapılabilmesi ihtimalini de tamamen ortadan kaldırmaktadır. Örnekse, bazılarının öne sürdüğü ‘özerklik’ alternatifini ele alalım. En başta sorulacak soru şudur: ‘Yetki’ kime verilecektir? Ne idüğü belirsiz mevcut yöneticilere mi? Buna halk dilinde ‘ciğerin kediye teslim edilmesi’ denir. Mevcut aşırı merkeziyetçiliğin bile en mantıklı gerekçelerinden birisini bu siyasi karambol ortamı oluşturmaktadır, çünkü: Merkez, kendi yöntemleriyle seçmediği ve onun-bunun torpiliyle işbaşına geldiğini gayet iyi bildiği taşradaki yöneticiye yetki verilmesine bir türlü yanaşmamaktadır. Yetki verilirse ‘babasını bile satacağı’ az çok tahmin edilen bu ‘potansiyel’ hırsızın elini kolunu bağlamak ve hiç hareket edemez hale getirmek en dahiyane(!) çözüm olarak uygulanmaktadır. Böylelikle, aslında hırsızların değil işletmelerin eli kolu bağlanmış olmakta, işler kilitlendiği gibi basiretsiz ve ahlaksız yönetimlerin başarısızlıklarına da mazeret yaratılmaktadır.

c. Devlet işletmelerine yatırım yapılmamaktadır :

Özellikle son 10-15 yıldır ‘tasarruf tedbirleri’ kapsamında devlet işletmelerine dişe dokunur hiçbir yatırım yapılmamaktadır. Yatırım derken tabii sadece yeni fabrikalar kurulmasını kasdetmiyoruz. Aynı zamanda mevcut fabrikaların faaliyetinin idame ettirilmesi için de sürekli bakım ve yenilemeye ihtiyaç vardır. Ancak devlet işletmeleri son yıllarda öylesine kaderine terkedilmiştir ki tabandaki çalışanlar: “Bu tasarruf tedbirleri sayesinde yapılan israfın haddi hesabı yok!” demeye başlamışlardır. Acaba, işletmeler ne kadar dökülürse yandaşlara o kadar ucuza kapatılabilir hesabı mı yapılıyor, bilinmez. Ancak bu derbederliğin birazının kasıtla olduğunu düşünsek bile büyük bölümünün beceriksizlikten ve hantallıktan olduğu bellidir. Öte yandan, özelleştirme hızının nispeten arttığı son bir yıl içinde bariz olarak görüldüğü gibi : “Biz niye yapalım, satın alan yapsın!” mantığı ile en acil rehabilitasyonlar dahi ertelenmektedir. Bu şekilde problemler “Ört uyusun, besle büyüsün!” misali çözülmeden biriktirilerek bugüne gelinmiştir. Özellikle enerji sektöründe her yıl artan enerji talebini karşılayacak ilave kapasite sorununun çözümü bile özelleştirmenin gidişatına terkedilmiştir. Şöyle ki: Santralları satın alan firma, örneğin Afşin-Elbistan ihalesinde düşünüldüğü gibi, mevcut dört ünitenin yanına iki ünite daha ilave edecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve satış bir türlü gerçekleşmeyince yeni üniteler de yapılamadı. Bu durum zaten kıl payı idare eden enerji dengesini iyice bozdu ve milli gururumuzu(!) ayaklar altına alma pahasına yeniden ‘Bulgar gâvuru’ndan enerji dilenmeye başladık. Mevcut santrallar adam gibi çalıştırılabilse belki de 2000 yılına kadar Türkiye’de enerji krizi söz konusu bile değil. Ancak Başbakan daha şimdiden yelkenleri suya indirdi bile: “Bu kış zor geçecek!” diyor. Elbette, zor geçecek! Ama beylerimizi esas korkutan, eğer özelleştirme bu yıl da olmazsa bu çapaçulluk içinde bir dahaki kışın çok daha zor geçeceği ihtimalidir.

d. Devlet kuşu sendikacılığımızın etkileri :

Devletçiliğimizin bu kadar günahı var da onun ikiz kardeşi, olmazsa olmaz simetriği, aynadaki aksi devletçi sendikacılığımızın hiç mi suçu yok? Elbet öyle demek istemedik. Devletçiliğimiz deyince zaten bu sistem içinde ikisi de aşağı yukarı aynı anlamı taşıyor: Aynı ortaoyununda biri işveren rolü oynamış, diğeri işçi rolü, ne farkeder, oyundan sonra birlikte hovardalığa çıktıktan sonra! Sendikacılar yabancı değiller, bu köhnemiş sistemin gönüllü payandaları olarak onlar da bir nevi devlet erkânı sayılırlar.

1946’dan beri işçi sendikacılığımızın başına gelenler çoğumuzun malûmudur. Kitaplardan okuduklarımız, eski kuşak sendikacılardan dinlediklerimiz gelir hep bir noktada birleşir: Devletçiliğimiz birilerine dur! demiştir, birilerine de ‘yürü ya kulum!’ İşte o ‘devlet kulu’ veya işçilerin başında ‘devlet kuşu’ sendikacılarımız o gün bu gündür, lök gibi oturdukları devlet işletmelerimizde bir eli yağda, bir eli balda icra-i sanat eylerler ki, kaldırabilene aşk olsun! Zaman zaman iplerini uzun zannedip coşarlar, kükremeye bile kalkarlar. Ancak, 12 Eylül’de olduğu gibi devletçiliğimiz: “Sendika aidatlarını bordrodan kesmekten vazgeçerim, ha!” diye bir sopa salladı mı, hepsi titreyip kendine döner ve kuyruğu kısıp otururlar. Toplu Sözleşme zamanı adet yerini bulsun diye işçileri otobüslere doldurarak Kızılay meydanına boşaltıp bağırtırlar. Medyada Başbakan’a sözümona posta koymak pek hoşlarına gider. Ama kimsenin onları ciddiye almadığını da pek iyi bilirler. Belki ciddiye alınmak ihtiyacından dolayıdır, artık nadim olmuş eski “devrimci”lerden birkaçını danışman seçip maaşa bağlarlar. Zaten parayı koyacak yer de bulamazlar. İkide bir sendikanın eğitim faslından yurtdışına seyahatler düzenlerler, eğitimi ne kadar ciddiye aldıklarını göstermek için! Ankara’da, İstanbul’da saray yavrusu sendika merkezleri yükseltirler, öyle ki buralara alelâde işçiler ayak basamazlar, yerleri kirletiriz korkusuyla.. Hani Ecevit ne demişti bir zamanlar: “Eskişehir yönünden Ankara’ya girerken dehşet içinde kalıyorum. Sağlı sollu devasa devlet binalarını gördükçe aklım başımdan gidiyor. ‘Devleti küçülteceğiz’ diyenler yapıyorlar bu koca koca binaları..” Hiç şüphesiz Ecevit’in gördüklerinin önemli bir bölümü de devletçi sendika merkezleridir.

Mücadele yöntemleri de pek ilginçtir. ‘Üretimden gelen gücümüz’ ‘işçiye dayanma’ vs. bunlar elbette ki sadece göstermelik gösterilerde pankarta yazılacak şeylerdir, ciddiye almaya gelmez. Bunun yerine bulursun birkaç tane iktidar partisi milletvekili, basarsın KİT Genel Müdürü’nün odasını, evelallah ‘söke söke alırsın’ işçinin hakkını! Aşağıdaki işçinin bunlardan haberi bile olmaz. Zaten devlette birinci kural da bu değil midir: Söz, ne yapılıp edilip, ayağa düşürülmemelidir! Aksi takdirde, Genel Müdür’ün Guatemala’daki yazlığı da gündeme gelebilir, sendika başkanının oğlunun borsa maceraları da.. Yok efendim, aşağılarda neler oluyormuş? O çıfıt çarşısı gibi ne yana çeksen o yana esneyen maddelerle dolu Toplu Sözleşme’den dolayı fabrika yönetimleri ile sendika işyeri temsilcileri hiç yoktan birbirine mi giriyormuş? Yeter ki devletimiz baki kalsın hatırına verilen tavizlerle işyerlerindeki çalışma düzeni iyice çığırından mı çıkmış? Aynen devletçiliğimizin merkez bürokratları gibi sendika patronları için de hiç önemli değildir böyle meseleler. Bir dahaki Toplu Sözleşme görüşmeleri de çay-kahve sohbetleri ile geçer, işletmelerde sürekli ayak bağı olan ve ne işçiye ne işverene yarayan o pürüzlü maddeler yine eskisi gibi kalır. Sadece ücret maddesi en son gün siyasi pazarlıklarla Başbakan’da çözülür ve olur sana en âlâsından bir Toplu Sözleşme.

Aşağıdan, işçi içinden gelen temsilciler, şube başkanları vs. eğer çıkıntılık yaparlarsa onları da yassıltmanın yolları vardır: Altlarına son model arabalar çekilir,  bellerine sonsuz konuşma haklı cep telefonları takılır, görevler, seyahatler, iş yemekleri, önemli şahsiyetlerle samimiyetler… Yetmezse, en yakın seçimde müsait bir partiden milletvekili adaylığı! Bu topraklar ezelden beri çok verimlidir: “Kadı Burhanettin’in arkadaşlarını / Mitridat’ın dostlarını sevgililerini / Ağuya ve küçük tatlara alıştırmıştır / Tütüne, defineye, hayın okşayışına” (Cemal Süreya, Sevda Sözleri, 2010, sayfa 107). İşte pislik böyle böyle yayılır aşağıya doğru… İktidarda kalabilmek için amele kuyrukçuluğunun, hem de sayıca baskın olan vasıfsız işçi kuyrukçuluğunun daniskası yaşanır işletmelerde. Köylü kurnazlığının çamuru, işçi uyanıklığının üstünü örter zamanla. Zihniyet olarak sanayi işçisi tavrına daha yatkın bulunan teknisyenler geri planda kalır ve köylülük vıcık vıcık çamuruyla ortalığı istila eder. ‘Döve döve adam edilmesi gereken Oblomovlar’ tam tersine tek tük elde kalmış sanayi işçisini de döve döve köylüleştirirler. Devlet işletmelerinin en acı yanı da budur.

Çünkü fabrikalar verimli oldukları ölçüde daha çok mal ve hizmet, ama bunlardan çok daha önemlisi, ‘sanayi işçisi’ üretirler. Fabrikada çalışırken arkadaşlarıyla, evde eşiyle, çocuklarıyla ve çarşıda dolaşırken halkıyla barışık, yaratıcı, alçakgönüllü, hesap kitap bilen, aydınlık yüzlü bir insandır bu. İşte bu ‘yeni insan’larla kurulacak özlediğimiz Türkiye! Verimli bir mekanizma içinde, aynen insanlığın şahlandığı dönemlerde olduğu gibi, zaman hız kazanır, ‘terzi çıraklarının kuantum mekaniğini öğrendiği’ görülür. Durgun dönemlerdeyse kurbağa pisliği birike birike üste vurur, yeteneksizlik sanki moda olur. İşte bugün devlette neyse işletmelerinde de odur, kurbağa pisliği üste vurmuştur: buralarda ‘evet efendim’ci, ‘sepet efendim’ci, torpilci ve rüşvetçi olmadan adam olmak mümkün değildir.

5. İşçi ücretleri devlet işletmelerinin zarar etmesine yol açar mı?

İşte size öyle bir soru ki, bu soruya verilecek cevaplar daha birçok çağrışımlara kapı açabilecektir. Dikkat edildiyse, yukarıda devlet işletmelerini zaafa uğratan nedenler arasında işçi ücretleri sayılmamıştır. Öyleyse niye burada ayrıca gündeme getirilmektedir. Şundan dolayı: Evet, devlette çalışan işçilerin bir bölümü bugün etine göre budu denilebilecek oranda piyasaya göre daha iyi ücretler almaktadırlar. Ancak, bu işin az çok içinde olanlar bilirler ki, devlet işletmelerinde maliyet içindeki işçilik payı genellikle yüzde on-onbeş dolayındadır. Bu da işletmelerin her yıl diğer nedenlerle uğradığı zararın yanında devede kulak kalır. Buna rağmen malum medya günde beş öğün devlet işletmelerini işçi ücretlerinin batırdığı yalanını ortaya sürmekte ve hatta bu sayede Türkiye’de işçilerin çok yüksek ücretler aldığı demagojisini kamuoyunda tutturabilmektedir. Oysa Türkiye’de ücretli ve yevmiyeli çalışan toplam 8.746.000 işçinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Ocak’97 istatistiklerine göre sadece 4.111.200’ü sigortalı olup bunların 948.493’ü kamuya ait işyerlerinde çalışmaktadır. Toplam sendikalı işçi sayısı ise 2.713.839 (sigortalı işçi sayısının  %66’sı, toplam işçi sayısının  %31’i) olup özel sektördeki sendikalı işçi sayısı 1.626.790’dır. Aslında bu rakamların çeşitli nedenlerle şişirildiği, sendikalı işçi sayısının çok daha az olduğu yine bizzat sendikacılar tarafından iddia edilmektedir. Ama bu rakamlar bile Türkiye’nin nasıl bir işçi cehennemi olduğunu göstermeye yetiyor. Çalışanların büyük çoğunluğu sendika şöyle dursun daha sigorta yüzü bile görmemiştir. Peki, parababaları bu utanmazca demagojiyi nasıl oluyor da yutturabiliyor? İşte o bir milyona yakın kamu işçisinin hepsi bile değil, sadece iki-üç yüz bin’inin aldığı nisbeten iyi ücretle Türkiye halkının gözü boyanabiliyor. O zaman ister istemez aklımıza Türkiye işçi sınıfının bu kaymak tabakasının bir nevi aristokrat işçi rolünde kullanıldığı ihtimali geliyor. Bu sayede hem işçi ücretleri konusunda Türkiye halkının yüzüne kül serpilmiş oluyor, hem de gözü düzenli ve güvenli aidattan başka birşey görmeyen sendikacı taifesinin kafalarını devekuşu misali devlet işletmelerine gömerek özel sektör işyerlerini rahat bırakmaları sağlanıyor.

Zaten geçmişte de öyle olmadı mı? 12 Eylül öncesinde mücadeleci sendikacılığı temsil eden DİSK, devlet işletmelerinden içeri adımını atabildi mi? 1970’in fırtınalı 15-16 Haziran hareketleri İzmit – İstanbul mihverindeki özel sektör işyerlerinden sökülüp gelmedi mi? Fırtına elbet önüne kattığı devlet işçilerini de sürükleyip götürmüştür, ama bizzat devlet işçilerinin öncülüğünde toplumu sarsıcı bir hareket işçi sınıfımızın tarihinde yoktur ve olması da mümkün değildir. Zira, İş Kanunu’nda bulunmayan iş güvencesi, hukuken olmasa da siyasilerin sayesinde fiilen devlet işletmelerinde yürürlüktedir. Ayyuka çıkacak bir sabotaj veya -allah korusun- “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” aleyhinde bir suç olmadıktan sonra, sözgelimi sadece işe yaramadığı gerekçesiyle herhangi bir işçinin iş akdinin feshedilmesi sözkonusu bile değildir kamu işyerlerinde. Böyle güvenli limanda, gemiler bile paslanır dura dura… En kabadayısı sayılan, “Zonguldak işçilerinin şanlı Ankara yürüyüşü” örnek diye gösterilirse, hiç karıştırmamak lazım derim. Besbelli ki o yürüyüş işsizlik korkusuyla kışkırtılmış bir ‘köylü’ yürüyüşüdür ve bir işçi hareketinden beklenebilecek hiçbir olumlu sonuca da ulaşamamıştır. Zonguldak maden ocaklarının ıslahı yönünde hiçbir gelişme sağlamamıştır ve maden işçileri hâlâ ‘işsizlik ölümden beter’ diyerek mezbahaya giden koyunlar misali tevekkül içinde o ilkel ocaklara inmektedirler. Daha geçenlerde devletçiliğimizin kendilerine lâyık gördüğü en az otuz yıllık kamyondan bozma bir servis aracının rotunun çıkması nedeniyle devrilmesi sonucu on iki tanesi pisi pisine ölüp gitmiştir. O ‘şanlı direniş’(!) ise sadece ‘Jaguar’ lakaplı esas oğlanın DYP’den milletvekili adayı olmasını sağlamıştır.

Bütün bunlar, özelleştirme sözkonusu olduğunda ileri sürülen ‘kamu işyerlerinin işçi örgütlenmesinin kalesi olduğu, özelleştirmenin sendikasızlaştırma demek olduğu’ şeklindeki iddiaların ne kadar yersiz olduğunu da göstermektedir. Birincisi, kamu işyerlerindeki mevcut sendikal örgütlenmenin ne kadar kof bir temele oturduğunu, herhangi bir ciddi işçi mücadelesinde hiçbir işe yaramayacağı gibi değişik türde örgütlenmeleri de engellediği için üstelik zararı bile bulunduğunu, işçileri rehavete ittiğini yukarıda göstermiştik. İkincisi, varlığı besbelli devletin icazetine bağlı olan bir sendikacılığın nesini savunabilirsiniz ki ufuktaki herhangi bir özelleştirme rüzgârının mevcut sendikaları silip süpüreceğinden bu kadar ürkeceksiniz? Ama doğrudur, devletin bilinçli müsamahası olmasa, bu sendikaların bir üfürüklük canı vardır!

6. Solcuların özelleştirme karşısındaki tavrı ne olmalıdır?

İşte bu, cevaplaması epeyce zor bir soru. İşin kolayına kaçıldığında herkesin yaptığı gibi klişeleşmiş birkaç cümle ile bu soruyu geçiştirmek mümkün. Ama şurası da biliniyor ki sol hareket ancak zor sorulara verdiği cevaplarla adım atabiliyor, tıkanmaları ancak böyle aşabiliyor. Bence, bugün Türkiye’de yaşanan en önemli tıkanmalardan birisini hem siyasi ve hem de ekonomik anlamda devletçiliğimiz oluşturuyor. Siyasi anlamda devletçiliğimizin vardığı en son nokta Susurluk’la sembolize edilen karanlık şebekedir. Bu konuda zihinlerin epeyce açıldığı, solcuların onyıllardır ortaya sürdüğü gerçeklerin artık devletin yüksek katlarında bile ister istemez tasdik edildiği görülüyor. Ancak aynı rezaletin egemen olduğu ekonomik devletçiliğimiz konusunda ise hâlâ kafaların epeyce karışık olduğu anlaşılıyor. Öyleyse bir ışık yakmak üzere geçenlerde gazetelerde çıkan iki küçücük haberi hatırlatmakta fayda var:

  • 21 Kasım 1997 tarihli Milliyet haberine göre yıllardır -sözde- kaçak olarak dolaşan “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın 1977 yılından beri Etibank Elazığ Ferrokrom Tesisleri’nde çalıştığı ve 1991’den itibaren beş yıl işe gelmediği halde ücret ödendiği, sigorta priminin düzenli yatırıldığı ortaya çıktı.

Kaynak: ‘Yeşil’in sigortasını kim ödedi? (milliyet.com.tr)

  • 18 Kasım 1997 tarihinde Milliyet’te çıkan bir habere göre ise MHP Genel Başkan adayı Tuğrul Türkeş şunları söylüyor: “MHP parti olarak iktidar olamadı, ama bürokraside iktidarda. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’ni sırtlayanlar, MHP’lilerdir. Bürokraside tamamen MHP’liler vardır.”

Kaynak: Bürokraside iktidar: MHP – Son Dakika (milliyet.com.tr)

Sadece bu iki haber bile devletçiliğimizin siyasi kanadı ile ekonomik kanadının nasıl içiçe geçtiğini göstermektedir. Her ikisinde de kanunlarüstü bir işleyiş mekanizması sözkonusudur. Öyleyse nasıl oluyor da siyasi devletin çevirdiği dolaplara böylesine isyan eden solcularımız, konu ekonomiye kayınca yüzseksen derece dönüyor, bu rezalete razı oluyor, anlamak mümkün değildir. Bu da her halde devletçiliğin her türlüsünü öpüp başımıza koyma alışkanlığımızdan ileri geliyor olsa gerek. Öyleyse düz mantıkla Mussolini’nin, Hitler’in devletçiliğini de mi savunacağız yani? Maalesef, hemen hemen aynı tarihlerde temelleri atılan bizim şu evlere şenlik devlet işletmelerimizi savunmak artık pek de farklı bir noktaya varmıyor.

Bu yazı boyunca şurası göze batırılmaya çalışıldı: Solculuk veya ilericilik açısından mevcut devlet işletmelerinden herhangi bir fayda ummak, ölü gözünden yaş beklemektir, hamhayaldir. Tersine bu karanlık ve nemli gübrelik, en hayâsız soygunculuklara, en vahşi cinayetlere ve içinde çalışanların gitgide daha iğrenç bir şekilde iğdiş edilmelerine elverişli bir ortam sağlamaktadır. Bu yüzden bu işletmelerin tez elden tasfiye edilmesinde solcular açısından herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Devlet Baba şu anda herhangi bir ekonomik kaygı gütmeden kanun-dışı çeteleri bu çiftliklerinde nemalandırmaktadır. Özel sektörün ise, şimdiki gibi fabrika düzenini alt üst etmek pahasına, bu ‘tımarlı sipahileri’ işletme dâhilinde beslemeye devam etmesi her türlü mantığa aykırıdır. Böylelikle, işletmelerin kapitalizmin ‘raconuna göre’ çalıştırılması gündeme gelecektir ki böylesi herkesin kendi rolünü daha iyi oynaması açısından bugünkü durumdan çok daha iyi sonuç verecektir. İşçi işçiye, işveren işverene ve sendika da bileğinin hakkına adam gibi sendikaya benzeyecektir.

Öte yandan, devlet işletmelerinin bugün için özelleştirilmesi üç açıdan büyük fayda sağlayabilecektir: Birincisi, sağcı iktidarların elli yıldır kullandığı demagoji: ‘ülkeyi devlet işletmelerinin batırdığı’ iddiası artık geçersiz hale gelecektir, takke düşecek ve kel görünecektir. Artık başka mazeretler bulmaları gerekecektir. İkincisi, sözkonusu işletmelerin güvenli ikliminde ve gangster sendikacıların kuşatmasında ehlileşerek tabir caizse ‘memurlaşan’, piyasadan ödü kopan ve kendine güvenini kaybeden kamu işçilerinin de yüzüne kan gelecektir. Rızk’ın risk demek olduğunu öğreneceklerdir. Ve en önemlisi, sayısı iki-üç yüz bini bulmayan bu ‘talihli amele’ kitlesi, ülkede kendisiyle aynı kaderi paylaşan en az on milyon daha ‘kardeşi’ bulunduğunun farkına varacaktır. Üçüncüsü ve en önemlisi, bu ülkenin umudu ve yüzakı solcularımızı, en az elli yıldır çilekeş halkımıza yabancılaştıran şu Kadro’cu ‘halüsinasyon’: batakçı devletçiliğimizi kıymetli bir matah sanma avanaklığı inşallah tarihe karışacaktır. “Kullarını aç bırakmamak demeye gelen demokrasiyi bile gerçekleştirememiş bir devletçiliğimizin, ‘kulların efendi olmaları anlamınadır’ denilen sosyalizmle” karıştırılmasından artık vazgeçilmelidir. Devletçiliğimizle el ele kamu malı zenginliklerimizi yağmalayanlar bir de utanmadan ‘liberal’ ve ‘hür teşebbüsçü’ geçinirken solcularımız –bilerek, bilmeyerek- onların nam ve hesabına ‘dövletçiyüz!’ pankartı taşımaktan ve en başta bu nedenle fakir fukara kalabalıkların ahını almaktan artık kurtulmalıdırlar.

Solun tavrı elbette ki dipten tepeye hınk-deyici, torpilci ve rüşvetçilerin denetiminde bulunan mevcut devlet işletmelerini korumaya-kollamaya yönelik olmamalıdır. Ama meselenin çözümünü ‘şu olsa, bu bulsa’ şeklinde çıkmaz ayın son çarşambasına havale etmek de solculuğa yaraşmaz. Örneğin bazı kesimlerce ‘özerklik olsa’ deniyor, ama ‘kim’den özerklik, orası belli değil: Devletten mi, parababalarından mı, mütegallibeden mı? Eğer rüya âleminde değilsek anlarız ki bu ortamda tepeden ‘ihsan edilecek’ bir özerklik herhalde TRT’nin özerkliğinden farklı bir şey olmayacaktır. Sonra, kim yapacak bu özerkliği? Devlet kendisi mi yapacak? “Bu neye benziyor? Arslan pençesine düşmüş eşeğin: ‘Aman arslanım, kendi pençeni ısır, mideni ye ve kalbini kopar! O daha lezzetlidir…’ demesine. Bu eşeklik, bizim ‘sosyalist devletçiliğimiz’den daha mümkün birşeyi istemektir. Çünkü arslan da bir hayvandır. Gözü kararıp pençesini de ısırabilir. Devlet bir hayvan değildir. Yapacağını hiçbir zaman pençesindeki eşeklere danışmaz. Öyleyse bizim ‘devletçilerimiz’in sosyal eşeklikleri neye yarar?”

Üstelik, özerklik diye yırtınanlar (kısa dönemde olacak şey değil ya, farz-ı muhâl!) davul zurna ile iktidara gelseler ne olacak? Yukarıda uzun uzadıya anlatılan hal-i perişanımıza onlar da bir tüy dikmekten başka ne yapabilirler? Artık çiğnene çiğnene pestile dönmüş veya kızak görevlerde yıllarca pineklemekten dolayı elden ayaktan düşmüş, fabrika ve organizasyon pratiğinden kopmuş birtakım ukalâ ‘solciyyan’ taifesinden medet ummaktan başka ellerinden ne gelir? Ya her köşebaşında veya fare deliğinde kariyerizm hırsıyla kuyrukları titreyen ve şanslarını bir de solcuların devr-i iktidarında denemeyi düşleyen fırsatçılar sürüsüne ne demeli? Gereğinde ‘şeytan da, müslüman da’ olabilen bu Babil artığı küçük-burjuva güruhunun içinden ola ki en yalak ve salaklarının adam sanılıp seçilme ihtimali de epeyce yüksektir. ‘Adam olsun, çamurdan olsun, yeter ki bizden olsun!’ mantığı ancak gerici iktidarların insanları kirletme ve soysuzlaştırma emellerine hizmet edebilir. ‘Rövanş’ anlayışıyla solcuların aynı taktiği kullanmaları batağa saplanmalarından başka sonuç vermez. Nitekim SHP-CHP-DSP ile sözümona solcuların ucundan kıyısından bulaştıkları iktidarlar süresince, paylaşımda kendilerine düşen devlet işletmelerinde bu yolla yarattıkları tahribat maalesef en azgın gericilerin marifetlerini aratmamıştır. Oysa gericilerin yaptıklarının tersi ilericiler için her zaman doğru sayılmaz ki! Şöylesi bizim ahlâkımıza daha uygun düşmez mi?:

-“artık işgücü kiralayamayacağınız yetmiyormuş gibi

işgücünüzü de kiralamayacaksınız

iflâs gibi bir durum değil yani –ne tuhaf-

herkesle birlikte çalışmak zorunda kalacaksınız yalnızca

dağdan gelme ayılarla yalılarınızı paylaşmak zorunda kalacaksınız”

 

7. Sonsöz:

70’li yıllarda şiddetli mücadelelerin yaşandığı İzmir Tariş İplik Fabrikası’nda anlatılan bir olay geliyor aklıma: Direnişin bastırılmasından sonra MC hükümeti tarafından fabrikaya doldurulan MHP’li militanlar ellerinde zincirlerini şakırdatarak koridorlarda volta atmaktadırlar. Henüz ne olup bittiğini tam olarak anlayamamış saf bir işçi bunlardan birine: “Abi, sen nerede çalışıyorsun?” diye sorar. Beriki bıyıklarını buraraktan cevabı yapıştırır: “Lan oğlum, biz buraya çalışmaya gelmedik, çalıştırmaya geldik!”

Çalıştırmaya gelenler, geliş o geliş, gelmeye devam ettiler, bütün bir 12 Eylül ve Özal- Demirel- Çiller- Erbakan- Yılmaz dönemleri boyunca akın akın geldiler, hep seçilerek geldiler ve hâlâ geliyorlar, devlet işletmelerini doldurdular. Ama artık tıkandılar, işletmeleri öylesine kirlettiler ki minimum verimle bile çalıştıramıyorlar. Ve artık görülüyor ki, kısa dönemde işletmelerin bu pislikten kurtulması sadece özelleştirme ile mümkün. Ancak arz-talep kanununun keskin kılıcı bunları kazıyıp atabilir. Bunu çok iyi bildikleri için de özelleştirmeye karşı mücadelede solcuları bile sollayıp geçiyorlar. 20 Ocak 1997 tarihinde Erdemir’in özelleştirilmesine karşı Ereğli’de düzenlenen mitingde Mümtaz Hoca’dan önce kürsüye, senelerin Türk-Metal başkanı, azılı solcu düşmanı Mustafa Özbek çıkıyor ve elinden oyuncağı alınan şirret çocuklar gibi ortalığı velveleye veriyor. Baksanıza, anlı-şanlı devlet erkânı bile, tek onların paşa keyifleri bozulmasın diye mevcut İş Kanunu’nu filân hiçe sayıp özelleştirmeden sonrası için dahi bol keseden iş güvencesi vaat ediyor!

Onlar özelleştirmeye karşı çıkarken yerden göğe kadar haklıdırlar. Sarsılacak olan onların uğursuz saltanatıdır. Ama, -netice itibariyle- bunca senedir onun bunun torpiliyle vaziyeti idare etmiş ve hâlâ bir baltaya sap olamamış süprüntülerin iş güvencesini savunmak da solcuların üstüne vazife olmamalıdır. Varsın, işletmelere doldurulmuş emeği de, ciğeri de beş para etmez torpilci ve rüşvetçi güruhu herhangi bir özelleştirme korkusuyla tir tir titresin! Ekmeğini taştan çıkaran büyük çoğunluğun, alın terinin karşılığını hak eden emekçilerin ve hâlâ kaldıysa o demektir ki bu işletmelerde ancak bileğinin hakkına kalabilen solcuların zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şey yok!

Hodri meydan! Biz hazırız, sıkıyorsa satın beyler, görelim!

( Bu yazıda, kaynak belirtilmeden italiklerle verilen bölümler, konu hakkında en yararlı kaynak olarak bulabildiğimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1961 yılında yazdığı ve daha sonra  ‘27 Mayıs…’ kitabının başına ilk bölüm olarak koyduğu ‘Sosyalizmimiz ve Devletçiliğimiz’ başlıklı kitapçığından alınmıştır. )

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir