SANAYİ DEVRİMİ VE TÜRKİYE

 YAZAN ve DERLEYEN: Mehmet Asal

Bazı Kısımları Mahfi Eğilmez’in Kitabından aynen alınmıştır.

(Değişim sürecinde Türkiye: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e sosyo-ekonomik bir değerlendirme)

Avrupa, imparatorlukların dağılmasıyla ulus devletlere dönüşüp aydınlanmanın ardından sanayi kapitalizmine geçerken, Osmanlı İmparatorluğu hep bir ümmet devleti olarak kalmıştır.

Osmanlı; ne tam olarak aydınlanmaya girebilmiş ne de sanayi kapitalizminin getirdiği rüzgârı yakalayabilmiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla aydınlanma ve sanayileşme atılımı gibi kazanımlar ortaya çıkmıştır. Ne var ki bunlar, toplumca bir çaba karşılığı elde edilmiş kazanımlardan çok, ilerici bir kadronun getirdiği düzenlemelerdi.

O nedenle de toplum tarafından tam olarak sahiplenilmediler. Son yüz yılda ülkemizde yaşanan sosyo-ekonomik evrim, başlangıçta ileriye doğru olsa da sonradan çok daha karışık bir görünüm içine girdi.

Bizde hiçbir zaman geniş bir sanayi burjuvazisi oluşamadı. Daha çok bir esnaf burjuvazisi oluştu.

Hiçbir zaman kapitalizm, ahbap-çavuş kapitalizmini aşamadı. Türkiye bazen Batı’ya bazen Doğu’ya, bazen ileriye bazen geriye doğru kararsız bir denge içinde savrulup durdu. 

Osmanlı’nın başından beri yönetimde din etkeni belirleyici rol oynamıştır.

Din; giderek genellik özelliğini koruyamamış, mezhep ve tarikat ayrımları din öğesinin yerine belirleyici olmuşlardır.

Tasavvufi tarikatların gerek halk üzerinde, gerekse asker-sivil yönetici bürokrasi üzerindeki belirleyici ve yönlendirici etkinliği; 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde daha öne çıkmıştır.

Devlet-siyaset adamları, bilim adamları ve düşünürler arasında herhangi bir tasavvufi tarikatın bağlısı olmak, bir dergâha / tekkeye devam etmek, bir mürşide bağlanmak geçerli bir moda olmuştur.

Mevlevilerle Bektaşiler arasında öteden beri gelen bir devlet içinde egemenlik kurma, yönetim kadrolarını oluşturma yarışı vardır.

Bu durum, her iki tarikatın da çok erken dönemlerden beri egemenlik kurmak için örgütlendiklerini, birçok devlet adamını yanlarına çektiklerini, bunlar yoluyla devleti yürütmede söz sahibi olduklarını ve söz sahibi olmak için çabaladıklarını gösterir. Bunun en yakın örneklerini de Türkiye 2002-2016 yılları arasında yaşamıştır.

Osmanlı’ya baktığımızda; Padişah I.İbrahim döneminden (1640- 1648) beri sarayda Mevleviler egemendirler.

3. Ahmed, 1703’de bir Yeniçeri ayaklanması sonucu yönetime getirildi. Padişahın Kılıç Kuşanma Töreni’nde Silahtar Ağa ile Nakibüleşraf bulunmasına karşın, asıl rolü Yeniçeri Ağası oynadı.

Bu tarih ve olay siyasal bakımdan Yeniçerilerin resmen Bektaşilerle birleştiği ve kendilerini “Bektaşi köçekleri” olarak niteledikleri tarihe rastlar.

Bektaşilerin, Mevlevilerin elindeki ayrıcalık ve yetkileri ele geçirdikleri biçiminde ilk görünüş Hasluck’a göre bu olaydır. Padişaha yasallık sağlayan güç böylece Yeniçeri-Bektaşi bütünlüğüyle simgeleşmiş olur. Böyle olmasına karşın sadrazamlık, şeyhülislamlık gibi en üst görevler hala Mevlevilerin elindedir.
18. yüzyılda siyasal alanda Bektaşilerle Aleviler arsında bir uzlaşma, bir alan ve görev paylaşımı, bir dengelenme kurulur. Böyle olmasına karşın, yine de bu yüzyıl boyunca padişahlık makamının yasallaştırması (meşrulaştırması) konusunda Alevi-Bektaşi yarışı sürer.

2. Mahmud Bektaşilere, tarihleri boyu en büyük darbeyi vurmuştur. Onun Yeniçeri ve Bektaşilere uyguladığı 1826 kırımı ve yasaklaması üzerine geri kalan Bektaşi ve Yeniçeriler özellikle Balkanlardaki Dere beylerle birleşerek son savaşlarını verirler. Yeniçeriler küçük esnaf ve halk kesiminin bir bölümünde Bektaşilik güçlenmesine karşın, 2. Mahmud ulemayı ve öteki Sünni tarikatları yanına alabilmiştir. Öyle ki, ulema arasında da Mevlevilik tutulmaktadır.

Yeniçerilik-Bektaşiliğin kaldırılışında da tüm Sünni tarikat şeyhleriyle, asker-sivil Sünni bürokrasi ve Sünni ulema padişahın destekçisi olmuş, Bektaşiliğin gücünü kırmada, dahası ortadan kaldırmada ortak hareket etmişlerdir.
Bektaşiler, yedikleri darbe sonucu Tanzimat dönemine kadar bellerini doğrultamamışlardır. Fakat ondan sonra Bektaşilik-Masonluk-Jön Türklük bağlantısı biçiminde yeniden gücünü toparlamış ve yönetime yön verme savaşımına başlamıştır.

Bektaşilik, Alevilik zemininde bir tarikat olmasına karşın, Mevlevilerin ancak bir bölümü Alevi eğilimlidir.

Bunlar zaten Sünni Mevlevilik içerisinde Alevi bir inanç çizgisi izlemişlerdir.

Mevleviler Sünni ve Ortodoks yanları nedeniyle zaman zaman yönetimlere ortak edilmişlerse de, Alevi ve Bektaşilere hiçbir zaman bu olanak tanınmamıştır.
Bektaşilerin asıl kaynağı Balkanlardaki ve Anadolu’daki köylülerdir. Eski Türklük özünü bağrında taşıyıp getirmiştir. Mevleviler ise, özellikle Anadolu kentlerinde etkin olmuş, kentli bir tarikattır.

Tarikatlarda, 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra ayrışma olur. Sünni tarikatlar padişah ve halife yanlılıklarını açıkça ortaya koyarlar. Bektaşilerle Mevleviler padişah-halife karşıtı bir siyaset izlerler. İttihat ve Terakki Partisi’nin yönetimi yıllarında toplumda yapılan her ileri reformu desteklerler.

Sünni tarikatlar Milli Mücadele’ye de yer yer karşı çıkıp, halifenin sesini dinlerken, Alevi toplumuyla Bektaşi ve Mevlevi tarikatlar Milli Mücadele’nin doğrudan içinde yer alır, emperyalizme ve halife-padişahlığa karşı M. Kemal’in önderliğindeki ulusal bağımsızlıkçı hareket olarak savaşım yürütürler.

Mustafa Kemal, Alevi-Bektaşilerle “ittifak” kurar. Emperyalizmin ve ülkede gericiliğin temsilcisi padişah-halifeliğin gücü bu ulusçu, bağımsızlıkçı ve yurtsever bağlaşıklıkla kırılır.

İslam’daki tarikatların çoğu Anadolu’da kitle bulabilmiş, 11. yüzyıldan itibaren Türk toplumunun yerleştiği bu bölgede yayılabilmiş ve yandaş bulabilmişlerdir. Osmanlı’nın Yakınçağında özellikle askeri kesimler arasında Bektaşilik; yüksek yönetici kesimde Mevlevilik; ulema arasında Nakşibendilik; halk arasındaysa Kadirilikle Halvetilik daha çok tutunabilmiştir.
Bektaşiliğin liberal, laik, demokratik, ulusal bağımsızlıkçı niteliği bağımsızlık hareketinde bizzat yer alan kadrolarla harekete katılmıştır. Atatürk de bu inançtan olanlardan biridir.
2. Mahmud’un Bektaşi ve Yeniçeri yasağı, Bektaşi yazınının yeraltına çekilmesine neden olmuştu. Fakat 1869’dan itibaren yeniden basımlar başlamıştır.

Abdülhamid’in 1908’de Jön / Genç Türklerce devrilmesiyle Bektaşiliğin “küçük Rönesans’ı” başlar.

 Son iki yüz yılda birçok paradigma değişimi yaşandı. Bunlar arasında her türlü sistemin değişmesine yol açan iki tanesi çok önemli:

Sanayi devrimi ve küreselleşme.

Batı dünyasında sanayi devriminin yarattığı paradigma değişimi, esnaf sınıfının bir bölümünün, birikimini ve kredi sistemini kullanarak sanayici veya tüccar konumuna geçmesini sağladı. Böyle bir birikimi olmayan ve kredi de kullanamayan esnaf da ücret karşılığı çalışan emekçi sınıfına geçti.

Sanayi devriminden önce de zengin çiftçilerin, tüccarların ve büyük esnafın oluşturduğu bir burjuva sınıfı vardı. Sanayi devriminden sonra sanayici olan esnafın da katılımıyla bu sınıfı oluşturanların hem sayısı hem de zenginliği arttı. Ve ilk kez sanayi ve ticaret burjuvazisi, aristokrasi ve emekçi sınıfının karşısında yeni bir sınıf olarak yer aldı.

Bu yeni burjuva sınıfı, bir yandan edindikleri eğitim ve kültür düzeyiyle aristokrasiye yakın bir yer edinirken bir yandan da esnafın çalışkanlığına yakın bir çalışma disiplininin içinde oldu.

Osmanlı İmparatorluğu, aydınlanmaya geçemediği, oradan da sanayi devrimine giremediği, dolayısıyla ekonomik yapıda bir paradigma değişimi yaşamadığı için Osmanlı esnafı böyle bir dönüşümden geçmedi ve esnaf olarak kalmaya devam etti.

Sanayi devrimine geçiş kısmen Cumhuriyetle birlikte başladı ve halen devam ediyor. Bu gecikmiş sanayi devrimine giriş, esnafın sanayi burjuvasına dönüşümünü henüz sağlayamadı. Aradan geçen 100 yılda gelinen noktada esnafın az sayıda bir bölümü sanayi burjuvası olurken daha çoğu ya esnaf burjuvası oldu ya da esnaf olarak kaldı.

Esnaflıktan sanayi burjuvalığı na değil de esnaf burjuvası konumuna geçen kuşakların kafası karışıktır. Bir yandan daha üst değerleri benimser görünse de bir yandan aklı hep daha alt değerler de takılı kalır.

Bunu, çocuğuna klasik piyano veya bale dersleri aldıran ama yalnız başına kaldığında arabesk müzik dinleyen ailelerin durumuna benzetebiliriz. Aradan 3-4 kuşak geçmeden bu kafa karışıklığı kaybolmaz. 

Küreselleşme, paradigma değişimlerinin sonuncusu olmayacaktır. Küreselleşme ile birlikte soğuk savaş sona erdi, küresel sistemde Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya ya da kapitalizm ile sosyalizm arasında bölünmüş, iki kutuplu olmuş dünya tek kutuplu hale geldi.

Soğuk savaş döneminde var olan dengelerin yok olmasıyla Amerika Birleşik Devletleri tek başına sistemin lideri konumuna geldi. Küresel sistemin Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliği altında toplanması pek çok kişi tarafından coşkuyla destekten ve beklenen bir gelişmeydi. Kötülüğün lideri olarak görülen Sovyetler birliği dağılmıştı.

Beklentilere bakılırsa barış gelecek çekişmeler bitecek dünyanın geliri dünyanın ortak refahı için harcanacaktı. Ne var ki gelişmeler beklentilerle aynı yönde olmadı.

Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde dünyaya liderlik edebilecek bir olgunluk içine girip barışa önderlik edemedi, hatta tam tersine birçok bölgesel savaşın ya düzenleyicisi ya da yönlendiricisi konumunda oldu.

Karşısında onu dengeleyecek bir gücün olmaması Amerika Birleşik Devletleri’ne küstahça hareket edebilme olanağı verdi ve Amerika Birleşik Devletleri bunu aşacak bir olgunluğa erişmediğini her fırsatta ortaya koydu.

Bugün geldiğimiz aşama soğuk savaşın sağladığı güç dengesinin, bugünkü dengesiz güç durumundan daha iyi bir durum olduğunu gösteriyor. Bütün bunlar bize gelecekte küreselleşmenin bir başka paradigma değişimi ile sona erebileceğini gösteriyor.

Türkiye Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana sosyal ekonomik ve kültürel bir değişim yaşıyor. Bu değişimin ekonomi açısından birçok dönüm noktası var. Değişimin giderek hızlandığı ve farklılaştığı son 35 yılda yaşamış dört dönüm noktası önemli.

Birinci dönüm noktası 1980’lerde başlayan ekonomik sistem değişikliğidir Türkiye 1980 lere kadar arada bir değişim denemesi geçirmiş olsa da kamu kesimi ağırlıklı karma ekonomik yapıyı 1980’lerden başlayarak özel kesim ağırlıklı hale getirmeye yöneldi ve bu alanda epeyce yol aldı.

İkinci dönüm noktası 2001 ekonomik krizidir. Bu kriz eski yapıyı, eski düşünceleri ve dayanaklarını büyük ölçüde tasfiye ederek paranın en kutsal değer hale gelmesine yol açtı. AKP’nin iktidara gelişinde 2001 ekonomik krizi son derece ağırlıklı bir rol oynadı.Birinci ve ikinci dönüm noktalarının geçilmesi sonuçta bir esnaf iktidarına zemin hazırladı.

Üçüncü dönüm noktası, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin güdümünde ki büyük Orta Doğu Projesi’nde rol almasıdır. Bu Türkiye’yi Orta Doğu’dan uzak durmayı Öngören altın kuraldan uzaklaştıran tarihi bir karardır.

Dördüncü dönüm noktası çok uzun bir süreden beri Avrupalı olmayı hedeflemiş ve bu yolda Avrupa birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamış olan ülkenin küresel kriz sonrasında değişen eğilimleri sonucunda Avrupa’dan giderek uzaklaşmaya başlamasıdır.

Türkiye’de geçmişte sanayici büyük çiftçi tüccar asker ve bürokrat tek başına ya da birlikte temsil edilebilecek şekilde iktidar olmuştu. 1960’larda işçiler iktidar olacakmış gibi görünüyordu ama olmadı. Esnaf ise ilk kez 2002 sonunda iktidar oldu.

Özal iktidarı sırasında da iktidarda küçük bir payı olmuştu ama ilk kez tek başına iktidara gelmesi 2002 seçimiyle oldu.

Esnaf dediğimizde mutlaka iktidar sahiplerinin esnaf olması gerektiği anlaşılmamalıdır. Esnaflık tıpkı bürokratlık gibi biraz da zihniyet meselesidir. Esnaf hem emeği hem de sermayeyi temsil eder. Halkın içinde olduğu için dertlerini ve basit sorunlarını en iyi bilen kesimdir. Esnaf iktidarında; çözümler, destekler ve ilgi göçle gelip te bir türlü kentli olamamış olan, geleceği sıkıntılı algılayan insanlara yöneldi ve büyük oy desteği sağladı.

Türkiye’nin değişimi açısından hedef olarak aralarına girmeye çalıştığı Avrupalı devletlerden en büyük farkı, esnafın iktidar olması meselesidir.

Bu farklılığın temel nedenlerinden birisi Avrupa’da esnafın sayıca ve güç olarak çok geriye düşmüş olmasına karşılık Türkiye’de tam tersine sayıca artmış ve güçlenmiş olmasıdır.

Türkiye’nin içine girmeye çalıştığı Avrupa ailesinde hiçbir ülkede esnaf iktidarı söz konusu değildir. Ya sermayenin tarafındaki muhafazakârlar ya da emeğin tarafındaki sol partiler, ya da her iki kesimin oluşturduğu koalisyonlar siyaset dümenindedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik sosyal ve kültürel değişimi aralarına katılmaya çalıştığı gruptan farklı bir yöne doğru hareketlenmiş bulunuyor.

Türkiye bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nin güdümü ile Orta Doğu’nun liderine soyundu. Ne var ki bu liderliği yürütemedi. Başlangıçta Avrupa ailesine katılmayı hedeflemiş görünüyordu. Son dönemlerde tersi söylemler gündeme gelmeye başladı. Bir süre sonra çok daha net bir yön düzeltmesi olması kaçınılmaz görünüyor.

Yani Türkiye ya Avrupa’dan başka bir yöne doğru gidecek ya da Türkiye’yi yeniden Avrupa’ya yönlendirecek bir iktidar değişimi olacaktır.

AKP, iktidara ekonomik kriz sonucunda geldi. Ekonomi AKP’nin iktidara geldiği ortamdan daha kötüye gitmedikçe, insanlar o referans tarihindeki durumdan daha kötü duruma düştüklerini görmedikçe, AKP’nin ekonomi kökenli bir gelişmeyle iktidarı kaybetmesi pek olası görünmüyor.

Ekonomik krizlerde ilk ve en büyük darbeyi esnaf alır. Satışları düşer para kazanamaz hale gelir, hatta bir bölümü işini tasfiye eder. Esnaf ancak o zaman Siyasal iktidardan desteğini çeker. İlginç bir biçimde bugün esnaf, kendi iktidarına son verebilecek en önemli güç gibi duruyor.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir