Macaristan Seçimleri

MACARİSTAN SECİMLERİ

 

Bir başka anlatımla muhalefetin son seçimlerde aldığı oy oranı, Orban’ın oy oranını yakalamak şöyle dursun, muhalefet ittifakında yer alan partilerin 2018 yılında aldıkları oy toplamının da altına düşerek,  parlamentodaki sandalye sayısı da azalmıştır. 

ERSİN DEDEKOCA 

Macaristan’ın Başbakan Viktor Orban liderliğindeki Fidesz partisinin 3 Nisan’daki ezici zaferi, “demokratik gerilemenin” nasıl durdurulabileceğine ilişkin yeni soruları gündeme getirmektedir. Muhalefetin ittifakı ve Avrupa Birliği (AB) üyeliği bile demokrasiyi aşındıran bir liderin dördüncü kez iktidara gelmesini engellemeye yetmiyorsa, otokrasinin dünya çapındaki ilerleyişini durdurmak mümkün olabilecek mi?

Bu konuyu irdeleyen Jennifer McCoy & Murat Somer’in 11 Mayıs tarihli makalesi rehberliğinde, 2023’de genel seçim yapacak ve siyasi muhalefetin Macaristan’dakine benzer koalisyonlar kurmaya çalıştığı Türkiye ve Polonya için, Macaristan’ın “başarısız” deneyiminden çıkarılabilecek dersler bu haftaki yazımızın konusu olmuştur.

POPÜLİST SAĞ’IN/OTOKRASİNİN YÜKSELİŞİ

Varieties of Democracy (V-Dem) Institute tarafından hazırlanan demokrasi raporlarında, “seçime dayalı otokrasi (electoral autocracy)” ile yönetilen ülke sayısı 87 olup, bu ülkelerin nüfusu dünya nüfusunun yüzde 68’ini barındırmaktadır.(Bunların en büyüğü Hindistan) Libaral demokrasi ile yönetilen ülke sayısı geçmiş 10 yılda 41’den 32’ye düşmüştürSeçime de dayalı olmayan ülkelerde yaşayanların dünya nüfusundaki payı 2010’da yüzde 6 iken 2020’de yüzde 34’e yükselmiştir. Söz konusu çalışmaya göre G20 ülkelerinden Brezilya, Hindistan ve Türkiye ile G20 üyesi olmayan Polonya, “seçime dayalı otokrasiyle” yönetilen ülkelerin başında gelmektedir.

Avrupa’da mevcut popülist sağ yükseliş dalgası, 24 Nisan’da Fransa’da gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turunda somutlaşmış görünmektedir. Sol partiler seçimlerin ilk turunda silinip giderken Fransızlar, “siyasi yelpazenin sağında” yer alan” Macron ile, göçmen karşıtı “aşırı sağcı” Le Pen arasındaki “ikinci turda” tercihlerini Macron’dan yana kullanmışlardır.

Söz konusu olgu sadece Fransa’da değil; Batı Avrupa’nın diğer demokrasilerinde de “sağ” yükselirken, “sol” siyaset giderek zayıflamaktadır. Örneğin Almanya’da, bir dönemin güçlü Sosyal Demokrat Partisi şimdi ancak iki farklı partiyle koalisyon yaparak iktidar olabilmiştir. Üstelik koalisyon partilerinden birini de, yine sağ kanatta duran Liberaller oluşturmaktadır. İktidara gelemeseler de Almanya’da demokrasi karşıtı aşı sağ partilerin yüzde 20’ye yakın oy aldıkları da hatırlanmalıdır.

3 Nisan’da yapılan Macaristan seçiminde, “sağcı popülist” Başbakan Victor Orban’a karşı muhalefet, seçim yarışına siyasi görüşleri Orban’a benzeyen “sağ” taraftan bir adayla girdi. İki sağ görüşlü liderin girdiği rekabetten mevcut Başbakan Orban, üstelik oy oranını arttırarak zaferle çıktı.

İspanya’daki aşırı sağ parti Vox, yerel seçimlerde merkez sağda duran Popüler Parti ile işbirliğine girerek, pek çok yerde yerel yönetimlerde söz sahibi oldu. Yerel ölçekteki bu ittifakın, 2023’te yapılacak genel seçimlerde de sürmesi, böylece İspanya’da da aşırı sağın hükümetin bir ucundan yönetime girmesi sürpriz olmayacaktır.

Keza önümüzdeki sonbaharda İsveç’te yapılacak seçimlerde de, oy oranı yüzde 20’ye ulaşan sağ popülist İsveç Demokrat Partisi’ninkurulacak sağ bir koalisyon hükümetinde yer alması beklenmektedir.

Dünya demokrasi liginde yer alan diğer ülkelerde de durum farklı değildir. Örneğin:

İsrail’deki 8 partili koalisyonun büyük bölümü sağ kanat partilerinden oluşmaktadır,

Hindistan’da sürekli Müslüman karşıtı/Hindu destekçisi politika ve yasalarla gündeme gelen sağ popülist Modi yönetimi görevini sürdürmektedir,

Güney Kore’de, Mart ayında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yeniden sağa kaydı ve “muhafazakâr sağ” siyasetçi olup, seçim vaatlerinden birisi olan Cinsiyet Eşitliği ve Aile Bakanlığı’nı kaldırmak olan Yoon seçildi.

MACARİSTAN SEÇİMLERİ

3 Nisan’da yapılan Macaristan genel seçimlerinin en büyük sürprizi, seçimler öncesi uzun çalışmalar sonucunda bir araya gelen ve ön seçim yoluyla ortak adaylar saptayan muhalefetin büyük bir “yenilgiye” uğramasıydı.

Burada kullandığımız ‘yenilgi’ tanımlaması, sadece “muhalefet ittifakının” 12 yıldır devam eden Viktor Orban iktidarına son verememesi değildir. Bu sözcüğün kullanılma amacı:

– Viktor Orban’ın bu seçimlerden de, bir önceki yani 2018 genel seçimlerinde aldığı oyları artırarak çıkması,

– “muhalefet ittifakının” uğradığı büyük yenilgidir.

Bir başka anlatımla muhalefetin son seçimlerde aldığı oy oranı, Orban’ın oy oranını yakalamak şöyle dursun, muhalefet ittifakında yer alan partilerin 2018 yılında aldıkları oy toplamının da altına düşerek,  parlamentodaki sandalye sayısı da azalmıştır. Böylece, Macaristan genel seçimlerinin en büyük sürprizi oluşmuştur.

Macaristan, 2010 yılından bu yana Orban (ayrıca 1998’den 2002’ye kadar da Başbakan olarak görev yapmıştı) ve milliyetçi-muhafazakâr çizgide duran partisi Macar Yurttaş Birliği (Fidesz) tarafından yönetilmektedir. Orban’ın “kesintisiz” 12 yıldır tüm seçimlerde parlamentoda çoğunluğu –üstelik Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğu- kazanması, ülkedeki birbirinden çok farklı 6 muhalefet partisinin de birleşerek, ortak bir milletvekili aday listesi ve ortak bir Başbakan adayı belirlemelerini sağlamıştı.

Keza, yukarda da belirttiğimiz gibi, “sağcı popülist” Başbakan Victor Orban’a karşı muhalefet, seçim yarışına sağ görüşlü bir liderle girmişti. 6 muhalefet partisi “Macaristan İçin Birlik” adı altında bir araya geldi ve ön seçim yaparak Başbakan adayının kim olacağını belirledi.

Muhalefetin adayı Peter Marki-Zay da, tıpkı Orban gibi muhafazakâr bir siyasetçiydi. Mevcut Başbakan ile muhalefet adayının ayrıldıkları konu, Orban’ın inandığı dinin manevi değerlerini Macar toplumunun tümüne yayma eğilimine karşılık, Marki-Zay’ın daha laik, bireysel özgürlükçü ve AB’ne daha yakın bir çizgide durmasıydı. Macar muhalefeti, milletvekili adaylarını da, yine bloğu oluşturan tüm partilerin katıldığı bir ön seçimle belirledi. Her partinin güçlü olduğu seçim çevresinde, liste başına o partinin adayını koyarak, milletvekili aday listeleri oluşturulmuştu.

Macaristan’da altı muhalefet partisine karşı yarışan Başbakan Orban, seçimlere saatler kala kamuoyu yoklamalarında hâlâ önde görünmekteydi. Ancak aradaki fark çok azdı ve yoklamalarda seçmenlerin neredeyse yüzde 16’sı “kararsız olduklarını” ifade ediyordu. Yani seçim öncesinde sonuç “bıçak sırtında” görünmekteydi.

Ancak yapılacak seçimlerinden Orban ve partisi Fidesz birinci parti olarak çıksa da, oy oranının çok düşeceğine ve artık Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğa sahip olamayacağına kesin gözüyle bakılmaktaydı.

Ancak tüm bu önlemlere karşın, iki sağ görüşlü liderin girdiği rekabetten Urban, üstelik oy oranını arttırarak çıkmayı başardı.

MACARİSTAN DENEYİMİNİN İRDELENMESİ

Orban’ın başkanlığındaki Hükümet 2012’de anayasayı değiştirerek, seçim bölgelerinin sınırlarını partisi lehine yeniden düzenlemişti. Ayrıca devlet üniversitelerinin, sanat ve kültür kurumlarının denetimini hükümete yakın özel vakıflara devretmişti. Orban’ın 12 yıllık kesintisiz (toplam kesintili 16 yıl) iktidarı boyunca hükümet, bir dizi karmaşık mali ve düzenleyici hamleyle medyanın bağımsızlığını sistematik olarak ortadan kaldırdı. Macaristan’daki çoğu devlet ve özel medya, hükümetteki son 12 yılında Orban müttefikleri tarafından devralındı. Bunun sonucunda Fidesz yandaşı hatta bağlı medya kuruluşları, ülke medyasının yaklaşık yüzde 80’ine hâkim duruma gelmiştir. Bu yolla nüfusun üçte biri, genişleyen kamusal medya ve Orban’ın yakın bir dostuna ait ticari bir holding aracılığıyla sadece hükümetin söylemlerini dinleyen/seyreden kitle haline gelmiştir.

 

Macaristan Başbakanı Viktor Orban

 

Söz konusu yandaşlar, ülke genelinde iş dünyası, akademi, medya ve STK’larında da önemli kurumların başında bulunmaktadır. Bu “yandaş patronaj” sistemi, Macaristan’da elit bir “varlıklı muhafazakâr ahbap/yandaş sınıfını“ oluşturdu.[4]

3 Nisan genel seçimlerinde yenilen “Macaristan İçin Birlik” ittifakının bu başarısızlığının nedenleri konusunda çeşitli görüşler açıklandı. Bu bağlamda muhalefetin, devlet olanaklarını sınırsızca kullanan Orban ve bağlı cephesinin gündeme getirdikleri “tam saha prese” karşı koyabilecek maddi imkânlara sahip olmayışı vurgulandı. Keza yalana ve siyasi ahlâktan uzak iddialara dayandırılan karalama kampanyalarının etkisinden de söz edildi.

Elbette bunların her birinin doğruluk payı mevcuttur. Ancak acaba sorun bunlardan mı ibaret? Muhalefetin kendi iç işleyişi, ittifak süreci, muhalif ittifak liderinin seçimi ve seçim kampanyasının yönetimi hatasız mıydı? Tabii ki değildi, sayılan tüm bu faktörlerin çeşitli derecelerde etkisi olmuştur.

Ülke içinde, yurttaşların derinden “kutuplaşması” bağlamlarında, her iki taraf da diğerini “demokrasiye tehdit” olarak görmektedir. Düzen taraftarları ve muhafazakârlar sıklıkla iktidarın, kültürel değerler veya ekonomik kaynaklar üzerindeki “elit egemenliğini” ortadan kaldırmak için demokrasiyi kullandıkları veya bunu kolaylaştırmak için hukuk ve uygulama düzleminde değişiklikler yaptıklarını iddia etmektedirler. Muhalifler ise düzen taraftarlarını; demokrasiyi ve temel hakları yıkmaya çalışanlar olarak görmektedirler. Bu yaklaşımdaki bir muhalefetle, anti-demokratik tutumları ve özgürlüklerin aşınmasını engelleyecek başarılı koalisyonlar oluşturulması ve sonuca gidilmesi çok zayıftır.

Bu nedenle yerel muhalefet ittifaklarının “demokratik gerilemeden doğan otokratikleşmeye meydan okumak” için stratejilerini kökten biçimde yeniden tasarlaması gerekmektedir. Jennifer McCoy ve Murat Somer’e göre bu konuda uluslararası alanda henüz iyi örnekler yok. Çünkü 21. Yüzyılda demokratik olmayan bir yöne evrilmiş hiçbir çağdaş demokrasi için, 21. yüzyılda demokrasisini “sürdürülebilir nitelikte” geri kazanma örneği yoktur.

Putin yanlısı Orban’ın bu şaşırtıcı seçim zaferini (hele bunun Rusya’nın Ukraynayı işgal ettiği ve tüm prestijini yaraladığı dönemde gerçekleşmesi) destekleyen dört neden sayılmaktadır: Hükümetin aşırı medya hâkimiyeti, iktidar partisinin avantajına oluşturulmuş yeni bir seçim çerçevesiistikrarlı ekonomik büyüme[6] ve büyük AB sübvansiyonları ve yakındaki savaş korkularının teşvik ettiği “Orban’ın güvenlik vaatleri”. Tüm bu faktörler, seçimin herhangi bir rakip tarafından kazanılmasını neredeyse olanaksız hâle getirmiştir.[7]

Söz konusu faktörlerden “savaşın kutuplaşma eksenini değiştirmesi ve Orban’ın güvenlik vaatleri” başlığında biraz daha derinleşirsek, Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgali, AB ve NATO üyesi bir ülke olan Macaristan’daki seçim kampanyasını alt üst ettiğini görmekteyiz. İlk kampanya temalarında Fidesz, sürekli refah ve Hıristiyan aile değerlerini koruma vaadini vurgularken, muhalefet hükümetin yolsuzluğuna ve cezasız kalmasına vurgu yapmıştı.

Savaş başladıktan sonra, Orban’ın Macaristan’ı çatışmanın dışında tutacağına dair “savaş değil barış” sözü vermesiyle, her iki kampanya da yön değiştirdi. NATO’nun Macaristan üzerinden Ukrayna’ya silah göndermesine izin vermeyi, Macaristan’ın enerji ihtiyacının yüzde 80’inin bağlı olduğu Rus petrol ve gazına yönelik yaptırımları ve Putin’i doğrudan kınamayı reddetti. Bunun dışında Orban, eski katı mülteci karşıtı politikasını, başta Macar asıllı olanlar olmak üzere, Ukrayna sınırından akın eden on binlerce Ukraynalı mülteciyi kucaklayacak şekilde yeniden şekillendirdi. Bu arada muhalefet, Avrupa ve Putin arasında bir seçim olduğunu öne süren kampanya reklamları yayınlayarak, Avrupa ve NATO’dan (her ikisi de Macaristan’da popülerdir) yana olduklarını açıkça ortaya koyuyor; Orban’ı, Putin’in Ukrayna, Gürcistan ve Suriye’deki saldırganlığıyla ilişkilendiriyordu.

Görüldüğü gibi, yukarıda irdelemeye çalıştığımız çeşitli faktörlerin yanında, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile başlayan yeni koşullar karşısında Orban’ın AB ve NATO’ya karşı aldığı yeni tavırların da, Macaristan’daki son seçim sonuçları üzerindeki etkisi açıktır.

DEMOKRASİYİ GERİLETEN OTOKRATLARIN KALICILIĞI

Demokrasiyi gerileten günümüz otokratlarının (genellikle sağ ve muhafazakâr) “ortak özelliklerinin” başında, kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için “sözde demokratik” bir görünüm altında “karmaşık/ sofistike araçlar” kullanmaları gelmektedir. Seçim yasalarını sıkça değiştirmek ve yargı görevlerine kendilerine sadık kişileri atamak gibi eylemlerini, genellikle “parlamentodaki çoğunluklarına” güvenerek yapmaktadırlar.

Yasama üstünlüğünü elinde bulunduran bazı otokratik yönetimler, ülke anayasasını tümüyle yeniden yazmaya çalışırlar. Gerçekleri çarpıtmak ve yasa dışı eylemler yoluyla “güç yoğunlaşması” konusunda “normallik algısı” yaratmak için, şimdilerde “gerçeklik ötesi (hakikât ötesi-post truth)” politikayı kullanırlar. Bunların yanında “sade seçmeni/bizi (yandaşı)”, kötü olan “onlara” karşı koruma karşılığında, kendi ihlallerini görmezden gelmeye istekli “sadık seçmenler” oluşturmak için “kutuplaştırıcı siyaseti” pek sık kullanırlar. Bu “yabancılaşmış öteki”; iç siyasi muhalefet, göçmenler ve siyasi mülteciler ve/veya bir bütün olarak tüm “Batı” olabilir.

Sıkça değiştirdikleri seçim yasaları ve kurallarıyla seçilmiş otokratlar kendilerini bir kez “yerleşik” kıldıktan sonra, sadece ekonomik kriz veya karizmatik bir liderin kaybı gibi bir durumda savunmasız hale gelirler. Bu bağlamda yakın dönem örneğimiz Venezuela’dır. Venezuela’da Hugo Chavez’in 2013’teki ölümüyle, petrol fiyatlarındaki düşüşle zamansal örtüşmesi, halefi Nicolás Maduro’nun “petrol gelirlerini dağıtıma” yeteneğini önemli ölçüde baltalamıştı. Yaygın bir reddedilme ve güçlenen bir siyasi muhalefetle karşı karşıya kalan Maduro’nun, şehir meydanını kapatmak için şiddete başvuran güvenlik güçleri aracılığıyla “daha geleneksel otoriter doğrudan baskı stratejilerine” başvurmak zorunda kaldığını birlikte izledik.

Söz konusu “kemikleşmiş otoriter ve muhafazakâr” yönetimlerin değiştirilmesinin bu kadar zor olmasının nedenleri, yalnızca kuralları değiştirmeleri ve devlet kurumlarının kontrolünü ele geçirmeleri değildir. Daha önemlisi, bu sağ otokratların, seçmenlerin büyük bir bölümünü, iktidardaki sürekliliklerinin ülkenin refahı için hayati önem taşıdığına ikna etmeleridir. Bunu, muhaliflerini “varoluşsal tehditler” olarak etiketleyerek ve medya alanına sistematik olarak egemenlik kurarak, çoğu zaman da “kendi anlatılarını yaymak” adına kamusal medyanın kullanımını genişleterek ve bağımsız medyayı vergilendirme veya lisans kontrolleriyle taciz ederek, onların hükümetin dostları ve müttefikleri tarafından satın alınmasını sağlamaya çalışarak yaparlar.

TÜRKİYE ve POLONYA ÖRNEĞİ; GELECEĞE BAKIŞ

McCoy ve Somer’e göre “doğru demokratik aktörler” son seçimlerde Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Slovenya’daki “kötü yönetimleri (backsliding incumbents) yendiler ve Ekvador ve Güney Kore’de “demokratik aşınmayı” geriye çevirdiler. Bir başka anlatımla, sürecin başlarında demokratik gerilemeyi durdurmada başarılı oldular.

Ancak “köklü/yerleşik otokratlar (entrenched autocratizers) konusunda Macaristan, Türkiye ve Venezuela gibi ülkelerde yalnızca kısmi ve yerel başarı öyküleri bulunmaktadır. Ancak bu ülkelerdeki ulusal seçimlerde iktidarlar, medya kontrolüne, yönettikleri ekonomik kaynaklara dayanarak ve gerektiğinde rakiplerinin/muhalefetin doğrudan bastırılmasına direnerek tüm zorlukların üstesinden gelmeyi başardılar.

McCoy ve Somer’in vurguladığı gibi, otokratik yönetimin zayıf yönleri, önünde sonunda ortaya çıkacaktır. Bu durumda demokratik muhalefetler, sadece bu zafiyetlerden faydalanmak için değil, aynı zamanda bu zafiyetlerin ortaya çıkmasına yardımcı olmak için de çalışmalıdır.

Polonya ve Türkiye’deki muhalefet partileri şu an” 2023 seçim stratejilerini” belirlemektedirler. Bu partiler Macaristan deneyiminden, sadece sayı olarak (niceliksel) birleşmenin değil, aynı zamanda hem kendi koalisyonları içindeki hem de bağımsız, hatta iktidara yakın seçmenlerle çalışmanın önemini öğrenebilirler. Bunu başarabilmek için geçmiş hatalarını kabul etmeleri, kendi safları içindeki aşırılık yanlılarından uzaklaşmaları ve otokratik bir partiyi ortadan kaldırmanın ötesinde, “tutarlı bir iktidar plânı” sunmaları gerekmektedir.

Ancak daha da önemlisi, muhalefet ittifaklarının, seçmenlere ulaşma yolundaki sayısız engeli aşmanın yollarını bulma konusunda yaratıcı olmaları çok önemlidir. Yerel yönetimler tarafından kontrol edilen yeni medya kanalları oluşturmak ve popüler sosyal medya platformlarında müzik, mizah ve kültürel alandaki “etkileyicileri” kullanmak gibi yeniliklerin yanı sıra, “taban aktivistleri” tarafından gerçekleştirilecek ev ziyaretleri gibi geleneksel yöntemler gerekli olacaktır.

Muhalefet partileri, siyasetin eksenini başka duygulara ve birleştirici hedeflere kaydırarak, kutuplaştırıcı iktidarlar tarafından sıklıkla kullanılan, “öfke ve korku yaratmayı hedefleyen ayrıştırıcı söylemlerle” mücadele edebilirler. Umut ve coşkuya –dışlayıcı kimlikler yerine paylaşılan değerlere– başvurabilirler;  “güvenlik ve sosyal adaleti destekleyen somut politikalara” vurgu yapabilirler.

Macaristan’da Orban hükümetinin geleceğine baktığımızda, sürekli artan enflâsyon, büyük bir “mali açık” ve “Rus petrol ve gazına erişimde olası zorluklarla” karşı karşıya kalacağını rahatlıkla öngörebiliriz. Bu nedenle seçim muhalefet açısından kesinlikle bir darbe olsa da Orban, 2010’dan bu yana ilk kez “büyük bir ekonomik krizle” karşı karşıya kalabilir ve yüksek bir olasılıkla desteği önemli ölçüde azalabilir. Büyük protestolar yaşandığı durumda daha “baskıcı önlemlere başvurmak” ve Rusya ile Çin gibi “Doğu güçlerine daha da yakınlaşmak” ile, yolsuzluk ve insan hakları ihlalleri konusunda AB yönergeleri çerçevesinde davranmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalabilir.

Bu aşamada Macar muhalefet partilerinin “kendilerini ve birbirlerini suçlama” veya “siyasetten çekilme” eğilimlerinin “üstesinden gelmeleri” gerekecektir. Bu seçimde kendi taraftarlarını kaybetmelerinin nedenlerini samimi ve bilinçli bir şekilde değerlendirmeye öncelik vermeleri başat bir yaklaşım olabilir. Her şeyden önce, “güvenilir politika programları”, “anlatılar ve liderlik inşasının” yanı sıra, “kurumsal kapasite” ve “taban desteği” oluşturmak için sıkı çalışmaya devam etmeleri işin olmazsa olmazı olarak durmaktadır. Bu yöntemlerle “yerleşik/kökleşmiş otokrat” savunmasız hale geldiğinde, önümüzdeki seçimlerde “üstünlük/avantaj elde etmeye hazır olabilirler ve hak edebilirler. Çünkü, popülist politikalara zamanında yapılmayan müdahaleler işi daha zorlaştırmış; buna karşılık ulaşılacak sonucun “sürdürülebilir olma” desteğini daha da arttırmıştır.

İsrail’de art arda yapılan ve aralarındaki süre sadece aylarla ölçülen dört erken seçimde hiçbir siyasi parti parlamentoda hükümeti kurmak için yeterli çoğunluğu bulamamıştı. Sonunda dört erken seçimin ardından 8 muhalefet partisi bir koalisyon hükümeti oluşturdu. Bu koalisyon hükümetinin özelliği, görev yapacağı 4 yıl için “dönüşümlü Başbakanlık” sistemini benimsemiş olması ve karşılaştığı krizlere karşı dayanıklılığını sergilemesidir. Bu olgu da, umudumuzu daha çok artırmaktadır.

İyi ki Macaristan seçimi, bu yazıyı kaleme alanın ülkesindeki seçimden önce gerçekleşti ve bu yazıyı yazmaya fırsat yarattı…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir