Nereden Nereye

NEREDEN NEREYE

Öğretmenlik, öğretmen yetiştiren kurumlarda başlar.
Köy Enstitüleri vardı. Yurdun dört yanına ışık saçardı. Orada çocuklar vardı ki, 3 numaraya vurulmuş saçları, ellerinde tahta bavulları ve o bavulların içinde biraz kuru ekmek, birkaç da kitap…Umutlarını yeşertemeden kundaklandı o tahta bavulluların ormanı…

Eğitim alanında Türkiye Cumhuriyetinin gelmiş geçmiş en önemli değerlerinden, ülkemizi karanlıktan aydınlığa taşımasını sağlayacak ve her ismini duyduğumda bende derin hüzün uyandıran çok önemli bir eğitim girişimiydi “Köy Enstitüleri Projesi.”

Bu ülkenin kara bahtını değiştirmek için ortaya atılmış ve her iyi şey gibi bizi çok erken terk etmiş, Türkiye’nin asla kapanmayacak yarasıdır!

Köy Enstitüsü mezunu bir babanın çocuğu olarak büyümenin gururunu yaşamış birisi olarak, Türkiye’nin bu yarım kalmış gelişme öyküsünü yaşadığım sürece savunacağım.

Yazımı pür dikkat okuyun derim, çünkü bu hepimizin hikayesi…

Osmanlı daha yeni Kurtuluş Savaşı’nın pençesinden çıkmış. 16 milyon insanın yüzde 75’i köylerde yaşıyor. Halkın çoğunluğu, yani 13,5 milyonu okuma-yazma bilmiyor (yüzde 92’si kadın olmak üzere). 40 bin köyün 35 bininde okul ve öğretmen yok. 1 milyon 700 bin çocuktan sadece 300 bini okula gidebiliyor.

İşte bu kırsal kesimin çocuklarını yerinden yurdundan ayırmadan eğitilmelerini amaçlayan, köylere aydınlığı taşıyıp, dönemin zor ve olumsuz şartları dahilinde köylere öğretmen yetiştirip, cehalete karşı açılan en büyük savaştı Köy Enstitüleri.

Bu Enstitülerin kuruluş öyküsü ise, Atatürk’ün 1935 yılında Saffet Arıkan’a (Milli Eğitim Bakanı), askerlikleri sırasinda okuma-yazma öğrenmiş çavuşlardan eğitmen yetiştirmesini önermesiyle başlar. Atatürk boşuna “Bu memleketin asıl sahibi ve toplumsal varlığımızın asıl nedeni köylüdür. Işte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Bu nedenle bizim takip edeceğimiz eğitim siyasetinin temeli, evvela mevcut cehaleti yok etmektir” dememiştir.

Atatürk, feodal toplumun yerine çağdaş ve sanayi toplumu yaratmayı hedefliyordu. Cumhuriyet Ideolojisi ise, kişiyi kul olmaktan çıkarıp, özgür yurttaşlar konumuna çıkarmaktı.

Atatürk’ün himayesi altında, 1936’da Enstitülerin ilk adımı olan “Eğitim Kursları” açılır. Saffet Arıkan bunun üzerine, köyde eğitim konusunda bilgi ve yeteneğine güvendiği Ismail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Müdürlüğü’ne getirir. Daha sonra bu çalışma Hasan Ali Yücel’in (1938 itibari ile) Milli Eğitim Bakanlığına üstlenmesiyle birlikte daha da genişletilir. Atatürk 1938’de vefat ettiği için, bu “eğitim devrimi  ” Ismet İnönü’nün himayesi altında gerçekleşir.

Öğretmen yetiştirmek üzere, 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri 21 ayrı bölgede faaliyete geçer.

Okulların, demiryoluna yakın, geniş arazili yerlerde olmasına dikkat edilmiştir.

“Eğitim içinde üretim” anlayışını benimseyen bu okulların özü, köylerinde ilkokuldan sonra okuyamamış, zeki ve hevesli çocukların devlet tarafından okutulması, çagdaş, iş içinde eğitim gören, zorluklara karşı dirençli, kültürlü, bilinçli, çevresine yararlı, Atatürkçü ve demokrat, kendilerine güvenen insan yetiştirmekti. (Şunu da belirtmek istiyorum burada: Köy Enstitüleri hiçbir zaman devlete yük olmamıştır. Bu okullar ekonomiye katkısı bulunan tarım, teknik ve kültür yuvalarıydı. Kurulan her Enstitünün binası, o bölgenin köylülerinin yardımlarıyla yapılmış, böylece halkın bu kurumları sahiplenmesi ve benimsemesi sağlanmıştır. Her okula ayrılan yaklaşık bin dönümlük arazide öğrencilere pratiğe yönelik eğitim verilmiş ve kendi ürettikleri ürünlerin gelirleriyle okullarının gereksinimlerini karşılayabilmişlerdir).

Öğrenciler yanlız bir dalda değil, kendi köylerine yararlı olabilecekleri her dalda eğitiliyordu. Kültür, sanatın her dalı, spor, folklor, tiyatro, edebiyat. Enstitülerde teorik ve pratik dersler eşit ağırlıklıydı. Derslerin yarısında genel kültür ve meslek dersleri, diğer yarısında ise uygulamalı tarım ve teknik dersleri vardı. Gündelik yaşamda işlerine yarayacak (yöresel özellikler göz önünde bulundurularak)  konserveclik,  balıkçılık, halıcılık, kantin ve kooperatif kurma, hayvancılık, bina yapma, bitki yetiştirme gibi konularda kurslar açılarak eğitim verilirdi. Spor faaliyeti olarak yüzme, ata binme, kürek çekme, tırmanma, kayak gibi faaliyetler gerçekleştirilirdi.

Öğrencilere bilimin ve tekniğin önemi öğretilirken, kendi kültürlerinden de koparılmamışlardır. Her Enstitü, kendi çevresini incelemek, türküler, ulusal oyunlar ve yerel masallar gibi geleneksel kültür değerlerini ortaya çıkarmakla yükümlüydüler.

Sabahın erken saatlerinde uyanan öğrenciler, kızlı ve erkekli zeybek ve halk oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı Daha sonra kahvaltı, ardından zorunlu okuma saati vardı. Kahvaltıyı bu arada kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren öğrenci arkadaşları hazırlıyordu.

Ünlü şairimiz Can Yücel’in babası Hasan Ali Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Dünya Klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti (gazeteci, şair, yazar Sabahattin Ali’nin de çok emeği vardır bu konuda). Köy Enstitü öğrencileri her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlüydü. Böylece zeki köy çocuklarından engin, entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri en az bir tane müzik aletini çalmasını da öğreniyor, hatta Aşık Veysel Köy Enstitülerini tek tek gezip, müzik derslerinde öğrencilere bağlama çalmasını öğretiyordu.

O meşhur eleştiriye ayırılan “Cumartesi toplantılarında” çocuklar kürsüye çıkar ve sonsuz bir özgürlük içinde dertlerini dile getirerek, okul müdürünü, hocalarını, okul personelini, eğitim politikasını eleştirme hakkına sahiplerdi (düşünsenize, bu günümüzde bile mümkün değil).

Okulu bitirenler, çalışmak için önce kendi köylüsünü eğitmek ve bilinçlendirmek amacıyla köylerine gönderilirdi. Bir Köy Enstitüsü mezunu köyüne döndüğünde oranın veterineri, ziraat mühendisi, sağlık görevlisi ve doğal olarak eğitimcisi olurdu. Halkı eğitmek, bilinçlendirmek ve düşünen bir toplum haline getirmek Atatürk’ün de en büyük hayaliydi ve bu hayal bu şekilde gerçekleşiyordu.

Aydınlanma hareketi domino taşları gibi birbirini tetikleyecekti, ama köylünün aydınlanmasının çıkarlarına ters düştüğünü gören toprak ağaları ve oy kaybetmek istemeyen DP hükümetinin tavizleri ne yazık ki bu meşaleyi söndürdü. Cumhuriyet devrimlerinin en büyük zaferlerinden biri olan Köy Enstitülerini, akıllara durgunluk veren, kız-erkek karma eğitim yapıldığı için ahlak bozulduğu propagandası ile (Tayyip Erdoğan’a kadar sızmış bu zihniyet besbelli), kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim görmelerinin bu okulları “fuhuş yatağına” çevirdiği, “dinin elden gittiği, komünist ve Türk düşmanı yetiştiriyor” gibi hiç bir gerçeklik payı taşımayan, tartışılması bile söz konusu olamayacak gerekçeler ortaya atılarak, bu büyük eğitim seferberliğine karşı bir karalama kampanyası başlatıldı ve bu da Köy Enstitüleri’nin sonunu getirecek olan sürecin başlangıcı oldu.

1947 ve 1948 yıllarında çeşitli kanunlar çıkartıldı. Öğretmene toprak verilmesi güçleştirilmiş; dağıtılmış kitaplar, aletler, hayvanlar ve malzemenin geri alınmasına karar verilmiş; öğretmenler yeni Türk köyünün yapıcısı değil, sadece okuma yazmayı öğreten tutucu bir bürokrat haline getirilmiş; köylü, okul yapma yükümlülüğünden çıkartılmış; Köy Enstitüleri’nin beyin kadrosunu üreten Yüksek Köy Enstitüleri kapatılmış; kız ve erkek öğrenciler birbirinden ayrı eğitim görmelerine karar verilmiş; dünya klasiklerinden yapılmış çeviriler toplatıp yakılmış;  öğretim programı değiştirilmiş; iş eğitimi ilkeleri kaldırılarak, Enstitüler klasik okullara dönüştürülmüştür. Bunun yerine tam tersi biçimde Arap kültürünü halkımıza dayatan, direkt ilk iktidar yılında Demokrat Partisi hükümeti tarafından açılan Imam Hatip Okulları yaygınlaştırılmıştır.

1951 yılında 11 tane Kuran kursu var iken, 70’li yıllara kadar 100 Imam Hatip Okulu açıldı. 90’larda 400’e ulaştı ve 2001 itibari ile 450’ye geldi! AKP hükümeti bu sayıyı güzel bi 5’e katladı ve bu şekilde günümüzde 2074’e ulaştı!!!

2022itibariyle sayılarını bilemiyoruz. Zaten, bütün okulları İmam Hatip Okulu yapan düzenlemeler yapıldı. Eğitim sistemi baştan başa değişti. Ne olup bittiğini, ancak çok geniş kapsamlı uzun süreli bir araştırma ile öğrenebilirsiniz.

Eğitim ile din birlikte düşünülmeye ele alınmaya çalışılıyor sanki. Oysa, Din, dört duvar, kul ile yaradan arasında olan özel bir mevzudur; vatan meselesi değildir. Vatan meselesi olsaydı, Atatürk zamanında bununla ilgili devrimler gerçekleştirip, LAİK Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ederek, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmazdı!

Zamanla Enstitülerden mezun olan gençlerin bölgelerindeki toprak ağalarının, yerel yöneticilerin karşısına dikilmeleri ve CHP’nin sağcı kanadının rahatının kaçması, Köy Enstitüleri’nin önce uzun bir sürgün dönemi geçirmesine ve ardından da Enstitüler 1954 yılında tamamen kapatılmasına yol açtı.

Yürüyüş durduruldu ve 17.342 köy öğretmeni yetiştiren (bunun haricinde 7300 sağlık memuru ve 8756 eğitmen ve teknik eleman) ve o ögretmenlerle köyü aydınlatmayı amaçlayan Köy Enstitüleri kurulduktan tam 14 yıl sonra 1954’de tarihe gömüldü.

Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü: “Köy Enstitüleri Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi ve en sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitülerinden yetişen evlatlarımızın başarılarını ömrüm oldukça yakından, candan takip edeceğim” demişti, ama sözünü yerine getiremedi. Zamanla, Devlet adamlarının her istediğini yapamadıklarını da öğreniyor insan. En kolay yol seçiliyor, devlet adamı suçlanıyor. Bunu diyen, insan, günümüzde Köy Enstitülerini kapatan kişi olarak gösterilmeye çalışılıyor.

Sonra neler oldu?

Hasan Ali Yücel tamamen gücünü yitirdi ve komünist suçlamalarını göğüslemek üzere yıllarca mahkemelerde savaş verdi, ardından kenara çekilip, 26 Şubat 1961 de hayatını kaybetti.

İsmail Hakkı Tonguç Yücel’den sonra gelen bakanlar tarafından oradan oraya sürülerek, 31 yillık meslek hayatına son verilmek üzere, Haziran 1960 yılında vefat etti.

Enstitü mezunları ise farklı kaderler paylaştı. Kimileri köylerine öğretmen olarak atandılar, çoğu ise yıllarca polis takibi altında yaşayıp, evleri basıldı, hapse atıldı, sürgün edilip, “Milli Eğitim Zencileri” olarak itilip kakıldılar. Bazıları ise yazdıkları şiir, kitap ve romanlarla ün’e kavuştular ve herşeye rağmen “köylü aydınlar kuşagının” öncüleri oldular.

Köy Enstitüleri’yse bakımsız, kırık dökük birer beton mağarası halinde kaderlerine terk edildi.

Köy Enstitüsü mezunu, değerleri yazarımız Talip Apaydın’ın bu konu ile ilgili “Köy Enstitüsü yılları” kitabından altını çizdiğim yerlerden bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Köy Enstitülü kızlar için söylenenler, onlara edilen iftiralar, halk oyunda belki en yıkıcı, en etkili propaganda oldu. Kızla erkeğin aynı okulda okuması, aynı elbiseyi giymesi, yan yana çalışması, birlikte yiyip içmesi, el ele tutuşup halay çekmesi, kafası hep kötüye çalışan yobazın  hayalinde olmadık sahneler kurdurttu ve halka zehir saçtırdı.

….Oysa o köylü Fatma’lar, Ayşe’ler, Kezban’lar nasıl da okuyup adam olma çabası içindeydiler. Bin yıldır ezilmiş, hakları çiğnenmiş, Anadolu kadınının onurunu kurtarmak çabasındaydılar.

….Çoğu yalınayak, şalvarla, kir pas içinde gelir, bir iki yıl içinde Enstitünün çalışma temposuna girer, kafasını, elini kolunu işlettikçe açılır, uyanır ve değerlerini ortaya koymaya başlardı. Dikiş dikerlerdi, örgü örerlerdi, halı dokurlardı; inşaatlarda harç, tuğla taşırlardı, tarım derslerinde toprak beller, domates toplar, reçel yaparlardı. Nazlanmadan, yüzlerini ekşitmeden, erkek arkadaşlarından hiç geri kalmadan, Anadolu kadınının dayanıklılığı, ciddiyeti, içinde büyük bir gayretle çalışırlardı…

…Içten inancım şudur ki, Anadolu kadınları, Köy Enstitülü kızlarla ilk olarak değerlerini ve yeteneklerini geliştirme, ortaya çıkarma, tutsaklığını yırtma olanağı kazanmıştı…”

“…Yurdun efendisi olacaktı köylü.. Ne kadar aldanmışız, ne kadar aldanmışız…ah aah aah” demişti Talip Apaydın bir diğer konuşmasında içerleyerek..
(Kitabını alıp, okumanızı tavsiye ederim. Gariban, fakir, köyünden başka hiç bir yeri görmemiş çocukların hafta sonları klasik müzik dinlemeye giden, dünya klasiklerini okuyan, keman-piyano çalan, köylünün efendisi olarak değil, köylüye hizmet ederek kalkındırmayı hedef edinen çocukların hikâyesini birinci elden okuyacaksınız. Çok duygulanacağınızı, bir çok yerde “vay be” ve bittiğinde de “iyi ki okumuşum” diyeceğinizden emin olabilirsiniz…)
Bu eğitim projesi gerçekleşseydi neler farklı olurdu günümüzde ki Türkiye’de ve şu an ki tablo ne?
Türkiye’nin altyapısı tepeden tırnağa farklı olacaktı. Ülkemizin bütün yapısını alt üst eden göçle (özellikle Istanbul’a) yaşanmayacaktı ve Köy Enstitü mezunları hızla tüm ülkeyi saracak, köylünün de, kentlinin de, kısacası ülkemizin kaderini değiştirebilirdi.
Toprak reformu yapılabilir, çiftçi topraklandırılır ve böylece ağa ve şeyhlerin kurdukları egemenliğin zincirleri kırılacaktı.
Toprak reformu engellenip, Enstitüler kapatılınca, feodal aşiret düzeni günümüze kadar geldi.
Köy Enstitüleri karşıtları, normal eğitim sistemi ile de yetinmeyip, din adamı yitiştirmek üzere kurulmuş, Imam Hatip Okulları sayısını artırmak yolunu seçtiler. Imam Hatipler ihtiyacımız olan din adamından fazla mezun vermeye başladı ve toplumun her kesiminde görev aldılar.
Köy Enstitilüri kapatılmayıp, 1960’a kadar devam edebilseydi, Türkiye 70’lerin başında çağ atlardı diye düşünüyorum. Hem sanayisi kurulur, hem tarımı yükselir, hem de vatandaşlar aydınlanırdı.
Bunun sonunda, demokrasimiz güçlenir ve Avrupa seviyesine ulaşırdı.
Komünist yuvası diye hala günümüzde ucuz karalama çabalarına girişen kişilere,  Oradan mezun olan güzel bir insanları tanıyıp tanımadıklarına sormak gerek.(KI bu şansı ben yakaladım), çevrenizdeki boş insanları, rezillikleri fark etmenizi sağlayacak şeyler anlatır size. Şimdiki normal eğitimin bile ne kadar içler acısı haller aldığını hissedersiniz iliklerinize kadar.
Enstitülerin kaldırılması ülkemizi onlarca yıl geriye attı ve onun yerine düşünmez, sorgulamaz, rüzgara göre fikir değiştiren, dizi ve magazin  programlarının doktorasını masterini yapmış insan tipleri yetiştirilmiştir.
Türk toplumu eften püften şeylerle gaza gelmeyi, yakıp yıkmayı, “o onu dedi, bu bunu dedi” zihniyetinden ve “sen-ben” ayrımcılığından kurtulamadığı sürece güzel günler hayaldir! Bunu başarabilmek için, sadece dürüst bir lidere değil, kendimizde yapmamız gereken kişisel devrime ihtiyacımız var! “Al kömürü ver oy’unu” zihniyetinde siyaset yapanlara oy veren yine bizleriz. Istanbul’a, büyük kentlere bakın. Dörtte üçü gecekonduya çevrilmiş, şehir içinde köy hayatı yaşayan, unutulan/unutturulan, oyları alınan, ama kaderlerinle baş başa bırakılan köy-köylü gerçeği hala var! Türkiye, Istanbul Nişantaşı’ndan, Ankara’nın asfaltlı yollarından, Izmir Kordon Boyundan ibaret değil ki. Hani yollarda güzel, ama altından kanalizasyon geçer diye bir tabir vardır ya; bizimkisi de böyle birşey…
Yaşar Kemal’ın Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü kabul ettiği 4 Aralik 2008 tarihli tören için hazırladığı konuşmasında :
“Biz, Cumhuriyet çağının sanatçıları, romancılar, şairler, ressamlar, kendi kültürümüze, dilimize dönmeyi öğrendik. Tercüme bürosunun çevirdiği Dünya Klasikleri ile yetiştik. Halk evlerinin, Köy Enstitülerinin kuruluşları bize yardım etti. O Köy Enstitüleri ki, gelecekte dünyamızı gerçek insanlığa kavuşturacak tek eğitim düzenidir” diyerek, aslında olayın özetini getirmiştir.
Bunu kavramak için de eğitim ŞART!

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir