Demokrasinin Akıbeti – CHP ve Ortanın Solu -1966

Muammer AKSOY

Demokrasinin Akıbeti – CHP ve Ortanın Solu -1966

 

 Muammer Aksoy  31 ocak 1990’da, Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’de , emperyalizmin maşası gerici – faşist terör çeteleri tarafından katledildi.

Öncelikle başta Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu olmak üzere tüm devrim şehitlerimizi saygı, sevgi ve özlemle anıyor katilleri ve onların tasmalarını tutan elleri lanetliyoruz.

Aşağıdaki yazı, Prof. Dr. Muammer Aksoy’un 15 Ekim 1966 tarihli, sayılı Forum dergisinde yayınlanmıştır. Yazının bugüne de ışık tutacak seçkilerden oluşan bir özeti de yazarımız Ahmet Akküçük’ün köşesinde yayındadır. Yazının yazıldığı tarih önemlidir. CHP’nin Ortanın Solu siyasetini kabul etiği karar kurultayı 18 Ekimde toplanmış 4 gün sürmüştür. Muammer Aksoy bu kurultayda divan başkanlığı yapmıştır. Muammer Aksoy’un yazar kadrosunda bulunduğu Forum dergisi 15 günde bir yayınlanmaktadır. 15 ekim tarihli 301. Sayısı ile 1 kasım tarihli 302 sayısının kapak dosya konusu CHP kurultayıdır. Dönemin seçkin cumhuriyet aydınlarının, akademisyenlerinin Ortanın Solu ve Sosyal Demokrasi, Kemalist Devrim üzerine özgün makaleleri var. İsteyenler Bayazıt Kütüphanesi’nde kopya alabilirler.

Demokrasinin Akıbeti – CHP ve Ortanın Solu

Muammer Aksoy,

Rejim Tehlikededir (Tehlike Çanları )

Türk toplumunun bugünlerdeki en önemli sorusu, yine rejim alanındadır. Köyde, kentte, iş yerinde, sokakta, kahvede ve aile ocağında, hem de ciddi konuşmalarda ortaya atılan sorular şunlardır:

– Yeni gelişmeler 1959-1960 yıllarını hatırlatmıyor mu?

– Hem Anayasa düzenimizi ve hem de devrimleri zorlayışlar ve baltalamalar, demokrasinin bir kere daha tökezlenmesi (tek partili veya partisiz bir idarenin yahut güdümlü bir demokrasinin bir süre uygulanması) sonucuna sürüklemeyecek midir?

– Hele halkın her alandaki yoksulluğu, açık ve gizli işsizlik, kısacası iktisadi hayatta içinde bulunduğumuz başarısızlık, hatta çıkmaz, her yıl artan nüfus yüzünden ağırlığını biraz daha şiddetle duyurdukça, demokratik düzenin devamına imkân kalabilir mi?

– Oy avcılığı için her yola başvurabilen ve seçmeni aldatabildiği oranda, milletin ve devletin en aleyhine olan bütün çözümleri göze alan bir iktidar partisi, bu memleketi felakete götürmez mi?

– Milli servetlerin, yeraltı kaynaklarının (madenlerin, petrolün ve tesislerinin) yabancıların eline geçmesini bile bir felaket saymayan, umursamayan, hatta destekleyen, sadece ve sadece iktidar partisi ileri gelenlerinin veya onların dayandığı zümrenin çıkarlarını gözeten bir idare çarkı, kendisini iş başına getirmiş olma gibi bir günahı olan çok partili siyasi hayatın dahi başını yemez mi?

– Bizdeki demokrasinin iç siyasette yarattığı yanlış ve zararlı yolun ulaştırdığı “iktisadi ve siyasi bağımlılığa” bu millet daha ne kadar tahammül edebilir?

– Ve bağımsızlığına son derece düşkün olan Türk milleti, iktisadi ve siyasal istiklal savaşından sonra, bugün kendisini tekrar başka devletlere veya yabancı sermayeye bağımlı hale getirmekten bile kaçınmayacak kadar şuursuz adımlara sürükleyen birçok partili siyasi hayata nefretle bakma yoluna gitmez mi?

– Nihayet bütün bu sakıncalar ve olumsuz sonuçlar karşısında, milletin kaderi ile yakından ilgili olan ve görevleri bakımından da devletin hayatına ve akıbetine ilişkin sorulara kayıtsız kalamayan (kalamamaya mahkûm bulunan) Türk Ordusu veya onun içindeki kadro, demokratik düzenden- hiç değilse bir devre için- ümidini keserse, durum olur?

– Ordunun vazifesi siyasetin dışında kalmaktır ve o, siyasetin dışında kalacaktır gibi, nasihat ve kehanetlerle, gerçekleri görmemezlikten gelme sayesinde olumlu bir sonuca ulaşılabilir mi, tehlikeler atlatılabilir mi?

– Pek kısa bir tarih devresi içinde, çok partili siyasi hayatın yarattığı kötü durumları temizleme amacıyla doğru veya yanlış olarak birkaç kere silaha sarılma olayı ile karşı karşıya kaldığımızı, bilmezlikten gelmeye imkân var mıdır?

– Esasen gerek meşrutiyet ihtilalinin gerek milli irade ihtilalinin dahi, yine ordunun içindeki bazı idealistlerin, gidişten ümidi kesmeleri üzerine gerçekleştiğini nasıl unutabiliriz?

– Adı isterse demokrasi olsun, toplumun ve milletin açıkça aleyhine işleyen bir idare tarzı karşısında, millet ve devlet için canlarını bile vermeye her an hazır olan kimselerin, seyirci durumda kalamayacakları gerçeğini, tarih sayısız misallerle bize ispat etmemiş midir?

– Hülasa, bir yandan kâğıt üstünde kalan ve yalnız iktidarın işine gelince var sayılan, iktidarın işine gelmediği zaman delik deşik edilen anayasa düzeni, Türk devletini ve milletini çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak devrimleri kemiren ve ilerici fikirleri damgalayan (mahkum eden), tek taraflı işleyen bir çok partili hayat, öte yandan geniş halk kitlelerinin yoksulluğuna yeni yoksulluklar, sefaletine yeni sefaletler katan bir iktisat düzeni, kısacası ‘sahte bir demokrasi’ yahut ‘demokrasi oyunu’ sürüp gidebilir mi? Bu oyuna tahammül edemeyen ve ona son vermeyi memleketi sevmenin kaçınılmaz sonucu sayan kuvvetlerin ortaya çıkmasına ve güçlerini duyurmalarına engel olunabilir mi?

 Bugüne kadar olunabilmiş midir?

İşte son günlerde, böyle birçok karamsar, fakat gerçekçi soruların ortaya atılmasını kaçınılmaz hale getiren olumsuz bir gelişmenin zirveleştiğine tanık olmaktayız.

Ümit Işığı

Bir yanda kendisini gösteren endişe verici, ümit kırıcı soruların yanında, bazı ümit ışıkları da belirmiş olmasaydı, Türk demokrasisinin akıbetinden kesin surette ümidi kesmek gerekirdi!

Şimdi bu ışıklı gelişmeye, bir umut kaynağına dokunmak isteriz: Önce belirtelim ki Atatürk’ün kurduğu siyasi teşekkül olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin kaderi, daima Türkiye’de rejimin kaderi demek olmuştur. Gerçekten, CHP tek parti sistemini benimsemiş, Türkiye’de tek parti sistemi hâkim olmuştur. (Hemen parantez içinde söyleyelim ki gerek memlekete gerek rejimin geleceği bakımından o zaman gidilecek tek yol da bundan ibaretti.) (1)

Devrimleri yerleştirerek çok partili siyasi hayatın ve hürriyetler düzeninin temelini hazırlamış olan CHP, milleti tek partili siyasi hayattan çok siyasi partili hayata götürmeyi kendisine amaç edinmiş; siyasi hayatımız da artık yavaş yavaş çok partili demokratik düzen istikametinde gelişmiştir. (1939-1944 yılları arasında)

1945 yılında Birinci Dünya Savaşı sona erer ermez, Cumhuriyet Halk Partisi, artık çok partili siyasi hayata derhal ve süratle gitmenin memleket için kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu ilan etmiş, bunun üzerine de Türk siyasi hayatında çok partili demokratik devre başlamıştır. (2)

CHP, 1950 seçimleri sonunda, seçimleri kaybeden partinin tartışmasız ve derhal iktidarı teslim etmesinin de mükemmel bir örneğini vererek, çok partili siyasi hayatta samimiyetini ispat etmiş ve iktidar sandalyesine tırnakları ile yapışan siyaset adamlarının ve partilerin, çok partili siyasi hayatta yeri olmadığını en açık bir örnekle göstererek, yeni bir çığır daha açmıştır.

1953 – 1954 yıllarından sonra, Demokrat Parti’nin, demokrasiye, hukuk devleti ilkesine, çok partili siyasi hayata (muhalefetin hayat hakkına) açıkça ihanet etmesi üzerine de CHP, hürriyetler düzeninin (hukuk devletinin ve demokratik siyasi hayatın ) gerçekleştirilmesini ve sağlam temellere kavuşturulmasını, kendisi için baş amaç edinmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi, hele 1956’dan sonra ihtilale kadar kendisini, ön planda hatta sadece “demokratik düzenin yeniden gerçekleştirilmesine adamış” tır. Onu yılmadan yaptığı heyecan ve his dolu savaş sayesindedir ki Türkiye’de bütün aydınlar, geniş halk kitleleri ve hele zinde kuvvetler, demokrasi idealini gönülden benimsemişler ve 27 Mayıs 1960 İhtilali, kendisini bu demokrasi idealini gerçekleştirmekle görevli saymıştır. Evet, 1961 Anayasası, CHP’nin yıllarca süren rejim savaşının en büyük abidesidir.

Ancak anayasalar, hiçbir memlekette kendi kendilerine yaşama gücüne sahip değildirler; kendi güçleri ile gerçekleşemezler (kâğıttan hayata intikal edemezler). Onları yaşatacak güçlerin, anayasa etrafında halkalanması zorunluğu vardır; anayasa düzeninin, sağlam bacaklar üzerine yerleştirilmesi kendisini korumaya hazır, “kafalara, kollara ve gövdelere” sahip olması şarttır. Anayasa düzenimize (rejime) bekçilik yapacak, onu içine saplandığı çıkmazdan kurtaracak olan varlık, “yeni bir güç kazanma, ruhunu ve inancını tazeleme yolunda ve azminde olan 1965 yılı Halk Partisi” dir.

İktidarın Anayasayı Çökertme Çabası

Şimdi 1961’den sonraki gelişmelere bir göz atarsak, dehşet içinde izleriz ki anayasanın getirdiği bunca teminat kurumlarına (garantilerine ) rağmen, 1960’tan önceki devrenin hortlatılmasına yönelmiş çabalar, adım adım başarıya ulaşmaktadırlar. Eğer tablo bugün, 1960’lardaki kadar korkunç görünmüyorsa bu sadece dış görünüş bakımındandır, aldatıcıdır. Çünkü bazı alanlarda, 1960 durumunu yaratabilmeye, o zamanki tabloyu tekrar geri getirebilmeye, bugünün kurumları var oldukça imkân yoktur. Evet, anayasanın yarattığı bazı kurumlar ve örgütler, Anayasa düzenimiz tamamen kaldırılmadıkça, emniyet supabı olarak işleyecektir: 1953-1960 yıllarında olduğu gibi, hakimlerin görevden uzaklaştırılabilmesi, hürriyetleri yok eden Anayasaya aykırı kanunların yürürlükte tutulabilmesi, basın mensuplarının iktidardaki kişileri tenkit eden yazıları yüzünden hapse attırılması, gazetelerin olur olmaz sebeplerle kapatılması, yayın yasakları yoluyla sansürün dolambaçlı yoldan gerçekleştirilmesi, artık söz konusu olamaz. Kanunlara ve Anayasaya saygı gösterdiler yahut vatan cephesine girmediler diye memurların yahut müstahdemlerin görevlerinden atılması halinde Danıştay yolunun da kapatılması elbette mümkün değildir. Devlet radyosu sabahtan akşama kadar muhalefete küfreden bir duruma ve iktidar partisinin bir yayın organı derecesine düşemez, vatan cephesi eski haliyle alenen hortlayamaz. Üniversitelerin özerkliğine ve öğretim üyelerinin kürsü ve ilim hürriyetine açıktan dokunulamaz.

Ama Anayasa düzenimizin aralıklarından, boşluklarından sızarak, hatta Anayasa hükümlerini zorlayarak, demokratik düzenin temelini kazmanın yolu yine de bulunabilmiştir.

Tarafsız, partizanlıktan uzak, idare cihazı, bugün tamamen maziye karışmıştır. Memleketin en başarı göstermiş olan ve yüz milyonlara, milyarlara bekçilik eden ve onu yabancılara kaptırmamış olan genel müdürler, genel müdür yardımcıları, en değerli valiler ve diğer idareciler, sırf başarılarından dolayı görevlerinden atılmışlardır. Atatürk ilkelerine   ve anayasa düzenine saygı göstermek, hele eğitim kadrosunda ( din işlerinde ) kesin olarak görevden atılma sebebidir.

Hukuk devleti ilkesinin, özellikle tarafsız idare prensibinin başta gelen direği olan Danıştay’a başvurma yolu, artık kapatılamayacaktır. Anaysa bunu önlemiştir. Ama iktidar Danıştay kararlarını hiçe saymakta ve uygulamamaktadır. Yalnız yürütmenin durdurulması kararlarını değil, nihai kararları (İptal kararları) bile çiğnenmektedir. (ya açıkça cevap bile vermemek yahut kararı uyguladığı gün ilgili memuru tekrar görevinden uzaklaştıran ikinci bir karar almak suretiyle.)

Yargıtay üyelerini ve başkanlarını, Hüseyin Avni Beyler “ görülen lüzum üzerine “ formülü ile görevinden uzaklaştıramayacaklarıdır. Anayasanın kurduğu Yüksek Hakimler Kurulu vardır; hükümetin elinde böylesine aşiret devleti yetkileri artık mevcut değildir. Ama bir Yargıtay başkanı çıkar da geleneksel adli yıl açış nutkunda, Yargıtay’ın verdiği en önemli yeni kararları bildirirken Türk toplumunun kanseri haline gelmiş olan nurculuğun mahiyetini belirtirse ve bu tehlikeye kamuoyunun dikkatini çekerse, ona karşı en ağır hakaret ve aşağılık tehdit mektupları yağdırılabilmektedir ve iktidar gazeteleri, her gün memleketin bir numaralı hakimine karşı karanlık çevreleri kışkırtıp, küfürler ve tehditler yağdırabilmektedir. Hükümet de buna karşı seyirci kalmakta, seyirci kalmak ne söz, hatta bir Hasan Bey çıkıp, “Adalet Bakanının Yargıtay başkanını görevinden uzaklaştırmasına Anayasanın müsaade etmediği anlamına gelen demeçler vermekten çekinmemektedir.

İktidar, artık ceza hakimlerini, Toplu Basın Mahkemesi üyelerini yerlerinden uzaklaştıramamakta, onlara 1954-1960 arasında yaptığı utanılacak baskıyı yapamamaktadır. Ama ceza davalarında büyük rolü olan Cumhuriyet savcıları üzerinde Adalet Bakanlığı’nın baskısı, DP devrindekinden daha az değildir. Bakan beyin arzusuna göre değil de kanuna uygun olarak hareket eden savcılar, yerlerinden atılmakta ve Danıştay’ın bu konuda verdiği icranın durdurulması kararlarını da Hasan Bey “isterse uygulayacağını istemezse uygulamayacağını” söyleme cüretin gösterebilmektedir.

Üniversite hocaları görevlerinden atılamıyor; çünkü anayasanın 120’nci maddesi hükmü, üniversitelerin özerkliğini sağlamıştır. Ama gerçekleri cesaretle dile getiren üniversite hocalarına, iktidarın parası ile beslenen suni bir takım sözde gençlik örgütlerinin baskı yapması, sopa, taş ve bıçakla konferansçılara saldırması, fakülte binalarını toplum polisinin gözü önünde dakikalarca taşlamaları gibi pek aşağılık ve barbarca bir yol keşfedilmiştir. (*)

Polis, belki henüz 1960 polisi haline gelmemiştir. Ama gestapo metotları uygulayan bir kişinin İçişleri Bakanlığı’nda hâkim sandalyeye oturması, zabıtanın koruyucu kuvvet olacak yerde, muhalif veya tarafsız olan kimselere karşı zaman zaman her türlü baskıyı uygulayan bir kuvvet haline gelmesine sebep olmaktadır. Birçok zabıta amir ve memurları, kanuna saygı gösterseler de memurların ekmeğine ve mesleğine hâkim durumda olan siyaset adamları, birçoklarını da hukuk dışına sürükleyebilmektedir.

Anayasamızın başlangıcında onun temeli olarak ilan edilmiş bulunan  (27 Mayıs Devrimi’ne karşı düşmanlık), iktidar partisi çevrelerinde açıkça dile getirilmekte ve bu devrim yapanların “vatan haini olduğu”nu söyleyecek kadar azgın ve alçakça saldırılardan bile çekinilmemektedir. Ankara sokaklarında çarşaf gibi yere serilen paçavralar ve sorumsuz çığırtkanların 27 Mayıs Devrimine küfürler savurması karşısında, savcılar seyirci kalmaktadırlar. Bu durumun yalnız anayasa düzenine meydan okuma bakımından değil, 27 Mayıs Devriminin gerçek sahibi olan orduyu tahrik etmesi bakımından ne büyük tehlikeler taşıdığını açıklamaya lüzum yoktur.

1961 Anayasası’ndan sonra gazetecilerin tenkit yazıları yüzünden hapse atılmaları, kolay kolay mümkün değildir(**). Çünkü Anayasamız, basın hürriyetini hiçbir anayasada eşine rastlanmayacak kadar titizlikle garanti altına almıştır. Ama fikirleri ve yazıları yüzünden gazetecilerin, başkentin sokaklarında öldüresiye dövülerek şehir dışına sürüklenmesi ve faillerin nedense bulunamaması, basın hürriyetini aynı derecede gölgelemektedir. Hatta bu sapıklık, devletin itibarını sarsan, korkunç ve yüz kızartıcı bir gelişme olarak demokrasinin akıbeti bakımından bile sağduyu sahibi herkesi düşündürecek niteliktedir.

Yeni Anayasamızın 2’nci maddesinde devletin nitelikleri arasında yer alan ve Anayasamızın çeşitli diğer hükümleri ile de sağlama bağlanan laiklik ilkesi, 1964 yılından sonra AP iktidarı tarafından delik deşik edilmiştir. Daha önce seçim mücadelelerinde, açıkça dini hisleri sömürme ve kötüye kullanma yoluna saparak, Anayasa’nın 19’uncu ve 57’nci maddeleri hükümlerine göre (Anayasa Mahkemesince) kapatılması gereken bir parti durumuna düşmüş olan bu teşekkül, iktidarı devresinde, açıkça din adamlarını açıkça bir partinin propaganda aracı olarak kullanmaktan bile çekinmemiştir. Nurculuk, durmadan teşvik edilmiş ve mukaddes ibadet yerlerini AP’nin parti kongreleri haline getiren, doğru yoldan sapmış din adamları, sistemli şekilde desteklenmiştir. Atatürkçü, devrimci, anayasa ve kanunlara saygılı bütün din adamları ise Yüksek Din İşleri Kurulu üyelerinden müftülere, vaizlere, hayrat hademelerine kadar görevlerinden uzaklaştırılmışlardır. Bu gayrı meşru silahın, son dakikada AP’nin ( veya onun içindeki bir grubun ) aleyhine işler hale gelmesi üzerine, AP gazetelerinin din istismarı silahını hiçbir surette elden bırakmama, mümkünse bir sağcı ihtilal yapma istikametindeki yayınları, dehşet ve ibretle izlenecek nitelikte ve önemdedir.

Rejimin bekçisi olan gençliği bölebilmek için kendisine başvurulan metotlar ve araçlar ise duyulmamış türdendir. AP idarecileri, “Gençliğin bir kısmını, meşru olmayan her türlü avlama aracı (oltalar) yardımıyla ideallerden ayırarak, kişisel hesapların ve hırsların etkisi altına almak ve böylece bölünecek gençliği iki kamp haline getirmek “ gibi memleket için son derece zararlı bir yolda uçarına ilerlemektedirler. O kadar ki değerli Korgeneral Refet Ülgenalp (Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri sıfatıyla) bu büyük tehlikenin milli güvenlik bakımından taşıdığı öneme işaret etmek zorunluğunu duymuştur.

İktisadi, sosyal ve kültürel hayata gelince, manzara siyasi hayattakinden daha iç açıcı değildir. Hatta bazı bakımlardan daha da kötüdür. Halkın çoğunluğunu teşkil eden köylü (çiftçi), her bakımdan yoksulluk ve çaresizlik içindedir. Her gün artan nüfus ve küçük yahut cüce işletme sahiplerinin, her şeyden önce üretim araçlarına (başta toprağa) yeteri kadar sahip olmamaları, büyük sıkıntıların, çaresizliklerin kaynağı olmaktadır. Başkasının sayılan toprakları yıllar boyu ekip biçtikten sonra, geçimlerine ancak yetişebilecek olan ürünlerinin yarısını toprak sahiplerine terk eden binlerce köylümüzün ıstırabı ve uğradığı adaletsizlik çok büyüktür.

Türk köylüsünün içinde bulunduğu hayat şartları, uygar dünyadakilerin yüz yıllarca gerisinde kalmıştır. Türk köylüsü, tarım araç ve gereçleri (canlı ve cansız demirbaş), kredi, gübre ve tohumluk bakımından tam bir sıkıntı içindedir.

Köyün yol derdi, köyün içecek ve kullanılacak suya olan ihtiyacı karşılanmamaktadır. Köylerimizin büyük bir kısmı ışıktan (hele elektrikten) yoksundur. Isınma imkânı ya tezek sayesinde veya ormanı mahvederek sağlanabilmektedir. Oturduğu ev, uygar dünyada insanların asla barınmayacağı bir yerdir. Tuğla, kiremit, cam, çimento ve demir, birçok köyde hâlâ lüks olan gereçler arasındadır. Halen köyün doktor, hastane, ilaç ihtiyacını ve okul derdini giderme bakımından uygulanan kaplumbağa temposu, 40 bin köyün ezici çoğunluğunun büyük acılarıyla ve anayasamızda yer alan sosyal haklarla alay eden bir tutum teşkil etmektedir.

Kentlerdeki halkın durumu da genellikle, mutluluk ve refahtan çok uzaktır; hatta gecekondu mahallelerinde, yoksulluğun ve sefaletin tam ortasındadır.

Konut derdi kentlinin, varlıksız ve az varlıklı vatandaşın başta gelen sıkıntıları arasındadır. Metrekaresi 5-10 kuruşa alınan topraklar, bugün arsa spekülasyonu yapan bir avuç insan tarafından, metrekaresi yüzlerce liradan satılmakta, böylece toplumun yarattığı değer artışı, bunda en küçük bir rolü olamayan vurguncunun cebine akmaktadır. Bugün “şu küçük ev bana aittir” diyebilen vatandaşların sayısı, her ay gelirinin yuvarlak hesap üçte birini başka şahıslara ödeyerek barınacak bir yer bulan kişilerin (kiracılarınkinden) daha azdır.

Gecekondularda yaşayan yüzbinlerce kişinin çoğu, oturulamayacak kadar kötü şartlar altında barınmakla kalmamakta, bir sabah çatılarının kazma ile başlarına yıkılmayacağından emin olmamanın yarattığı güvensizlik havası içinde yaşamanın ıstırabına katlanmaktadırlar.

İşsizlik hem şehrin hem köyün büyük derdidir. Çünkü şehirlerdeki işsizlerin çoğunluğu, gerçekten köyden şehre akın eden, köyde ya hiç veya artık yeteri kadar toprağa sahip olamayan çiftçi vatandaştır. Bu işsizler ordusunun batı dünyasında iş bulanları, küçük bir azınlıktır; arkadaşlarının talihli fakat sembolik denilecek kadar az orandaki temsilcileridir.

İş bulmuş vatandaşlardan birçoğunun aldığı ücret, hatta küçük memurların ve müstahdemlerin aylıkları, bugünkü hayat pahalılığı içinde, ancak “batı aleminde hayat asgarisi olarak çizilen hattın çok altında kalan bir yaşayışa” imkân verebilecek seviyededir.

Gıdasızlık ve fena yaşama şartları, memleketimizde veremi, korkunç denebilecek bir orana yükseltmiştir.

Şehirlerdeki çocuk sefaleti, hâlâ “bir uygar memlekette benzerine yakından uzaktan rastlanamayacak“ yoğunluktadır. İlköğretim zorunluluğuna rağmen, okula gidecek yerde, gününü boyundan daha büyük bir küfeyi sırtlayarak yük taşımakla geçiren, kış ortasında bile yarı çıplak ve yalın ayak gazete satan veya çok daha ağır işler gören yahut dilenmeye terk edilmiş hatta zorlanmış çocuklar, öte yandan da iktidarı mahkûm eden ilamlardır(3).

Tıbbi bakım imkânları, yalnız köydeki vatandaşlar için değil, şehirdeki varlıksız milyonlar için de yok gibidir. Hastane kapılarında can veren (bir yatakta iki hasta yattığı halde bile canını kurtaracak hastane yatağına kavuşamayan) talihsizlerin sayısı, endişe verecek kadar kabarıktır. Bu yolun kendileri için kapalı olduğunu bildiklerinden ”hastalıkları ile baş başa kalmayı tercih edenler” in sayısı ise “ doktor, ilaç ve hastane yatağı için çırpınıp da buna ulaşamayanlar” ın sayısından kat kat fazladır.

Vergi düzenimiz, sosyal adaletsizlikleri, gelir ve servet farkları arasındaki uçurumu tahammül edilir bir seviyeye düşürecek bir amacın gerçekleşmesine hizmet edecek nitelikte değildir.

Kısacası, 1966 Türkiye’sinde, sosyal adalet ve sosyal güvenlik, hâlâ Anayasamızın maddeleri içinde yer alan, tatlı sözlerden ibaret kalmaktadır.

İktisadi hayatın zamanla düzelmesini (kalkınma ) ve hatta adil bir gelir ve servet dağılımını kısmen olsun sağlayacak anayasa müessesesi         (yani Devlet Planlama Teşkilatı), iktidar tarafından darmadağın edilmiştir. Başbakanın ve temsil ettiği zihniyetin yardakçısı değil de millet yararının savunucusu olmayı tercih eden her plan uzmanı, yerinden uzaklaştırılmış veya uzaklaşmaya mahkûm edilmiş ve onların yerine sadece “pilav” dan anlayan kişiler getirilmiştir. Devletin iktisadi hayatı düzenlemesinin karşısında olan “özel teşebbüsün sadece kendi kârını düşünmesini, iktisadi hayatın baş kuralı sayan “ kişilerin ve zümrelerin temsilcisi olan bir siyasal örgütün liderlerinden plan fikrini ciddiye almalarını beklemek, elbette ki “imkânsız istemek” anlamına gelirdi! Milli gelirimizin, bu gidişle daha uzun yıllar, sadece batı memleketlerine oranla değil, bir Yunanistan’a oranla bile çok ama çok geride kalacağını, hele hayat asgarisi bakımından bütün Batı dünyasında (hatta Balkanlar’da bile) rastlanmayacak bir seviyede saplanacağımızı üzülerek kabul etmek zorunluluğu vardır.

Milli geliri artıracak ve halkın çeşitli alanlardaki hayati ihtiyaçlarının çok daha rahat ve ucuz olarak karşılanmasını sağlayacak, aynı zamanda memlekete her yıl 500 milyon ile bir milyar 500 milyon arsında döviz tasarrufu sağlayacak bir alanda ise iktidar partisi yöneticilerinin tutumu, bütün ümitleri kıracak mahiyettedir. Petrolümüzün ve madenlerimizin   Türk milletinin ve Türk devletinin elinde kalması, yeraltı kaynaklarından elde ettiğimiz yüz milyonlarca liralık değerin yabancı şirketler eliyle yurt dışına akıp gitmemesi için, senelerden beri memleketimiz insanlarının yaptığı çabalara, bazı bakanlar ve iktidar partisi karşı koymaktadır. Petrol kaynaklarımız yurt ölçüsünde değerlendirilemediği, Petrol Kanunu’nun milli müesseseye birçok yerde arama ruhsatnamesi vermeye engel olan hükümleri değiştirilmediği (inatla muhafaza edildiği) içindir ki köyleri ışığa ve ısıya, fabrikaları enerjiye kavuşturacak ölçüde (bütün ihtiyaçlarımıza yetecek ve dışarıya para akıtmayacak) bir yerli petrol üretimi sağlanamamaktadır. İktidar değişikliğinden sonra “yabancı ham petrol fiyatlarında“ , “yabancı rafinerilerin genişletilmesinde” ve “petrol boru hattının kısmen Türkiye Petrolleri’nin elinden çıkarılması çabasında“ oynanmak istenilen oyun, kendisini gösteren zihniyet ve atılan zararlı adımlar, suç alanına bile girmiş bulunmaktadır. Milli güvenliğimizi ilgilendiren böyle bir alanda dahi gösterilebilen pervasızlıklar, nasıl bir iktidar ile karşı karşıya olduğumuzu pek acı bir şekilde ortaya koyan delillerdir. Genellikle yabancı sermayenin ve şirketlerin, Türkiye’de topluma önemli bir şey kazandırmaksızın, (ciddi bir ihtiyacı karşılamaksızın) hak etmedikleri kârları transfer etmesi, fakirliğimizi biraz daha arttıran faktörler arasında yer almaktadır. (4)

Madenler alanında oynanan oyun, hem her yıl çok değerli cevherlerin pek ucuza çıkmasına sebep olmakta ve hem de madenlerimizin (hatta milli savunma bakımından bile büyük önemi olan stratejik maddelerin) gelecekte daha da büyük ölçüde kaybedileceğini göstermektedir.

Dış ticarette, hiçbir emek sarf etmeden, topluma ne bilgisi ne tecrübesi ne de çabası ile bir değer kazandırmadan ve hiçbir zahmete katlanmadan, bir avuç insanın, sırf bir müsaadeyi (tahsis yani imtiyazı) elde etme sayesinde ve devletin döviz imkanlarından faydalanmak suretiyle, milyonlarca lira kâra “hak kazanmasını “ kabul etme gibi pek yanlış bir çözüm, her gün biraz daha artan bir kapsamla uygulanmaktadır. Böylece, yalnız gelir dağılımındaki haksızlık daha da artırılmakla kalmamakta, aynı zamanda kamu hizmetleri için lazım olan gelirin önemli bir kısmı, bunu hiç hak etmemiş kişilerin kesesine aktarılmaktadır.

Kumarın bir nevi olan piyango üzerine oturtulmuş olan özel bankacılığımızın kredi alanındaki rolü, iktisadi hayatımız bakımından olumlu olmaktan çok uzaktır. (Sanayi için çok çok pahalıya kredi sağlanmakta, esnaf ve küçük teşebbüs sahipleri, kredi bulma konusunda büyük zorluklarla karşı karşıya gelmektedir. Yerden mantar biter gibi düzinelerle bankanın türeyişine, başka hiçbir memlekette rastlanamaz. Sağlamlıklarına güvenilmeyen bu müesseselerin, sermaye birikimi alanındaki katkıları da çok küçük ve etkisiz olmaya mahkumdur.)

Üreticinin, ürünleri karşılığında toptancıdan, tüccardan hele ihracatçıdan aldığı para ile bu aracıların tüketiciden aldığı para arasında, akla, adalete (ve toplum hayatındaki doğru kurallara) dayandırılamayacak kadar büyük farklar vardır. Böylece, bir yandan üretici, öte yandan da tüketici, değerlerin yaratılmasında ve arttırılmasında çok kere ciddi bir rolü olmayan, hatta bazen hiçbir emek ve çaba sarf etmemiş olan sayısı pek az bir zümre tarafından açıkça sömürülmektedir. Geniş halk kitleleri, birçok yiyecek maddelerini elde edebilmek için, üreticinin eline geçen satış bedelinin 3-4 mislini aracılara ödemek zorunluluğunda kalmaktadır. Devletin ürettiği birçok yapı aracı, araya lüzumsuz yere giren kişilerin sebepsiz kazançları sonucunda, vatandaşın eline bir hayli pahalılaşmış olarak ulaşmaktadır. (Yeni iktidarın çimento ve demir fiyatlarında yarattığı suni pahalılaşma, bunun tipik bir örneğidir.)

Rejim Çıkmazının Sebepleri

Hangi yönden bakılırsa bakılsın, memleketin gerek siyasi gerek iktisadi sosyal alanlardaki geleceği, iç karartıcı bir manzara göstermektedir. Böyle “makus talihi” yenebilmenin şartına dokunmadan önce, bu kadar olumsuz bir sonuca nasıl olup da ulaştığımız konusunda durmak gerekir. Bugünkü hastalığın teşhisini iyi koymadan tedaviyi sağlamaya imkân yoktur. “Nasıl olur da 1961 Anayasamızın en açık bir surette ilan ettiği ve gerçekleştirmek için birçok hüküm ve kuruluşlarla desteklediği ‘demokratik ve sosyal düzen’ asla gerçekleşmemiş; onun yerine demokrasiden ve sosyal devlet (refah devleti) idealinden alabildiğine uzaklaşan bir tatbikatla karşı karşıya kalınmıştır?” Bu “güvercin yumurtasından yılan çıkması” kadar garip durumu nasıl izah edebiliriz ?

Evet, 1961 Anayasası’na rağmen siyasi, iktisadi ve sosyal hayatımız bu kadar kötü duruma nasıl düşmüştür? Çok partili siyasi hayat ve seçim sistemi, milletin ve devletin hayrını isteyen ve bunun için çalışan bir kadroyu niçin iş başına getirememektedir?

Getiremezdi; çünkü seçim sisteminin ve çok partili siyasi hayatın, olumlu bir sonuca ulaştırılabilmesinin kendinden vazgeçilmez şartı olan ve demokrasinin felsefi temelini teşkil eden fikir hürriyeti, memlekette sağlanamamıştır!

Oysa genel oy sisteminin, toplum hayrına olan bir idareye ulaştırabilmesi, memleketi refaha ve mutluluğa kavuşturacak bir program ve sistemi iktidar sandalyesine oturtabilmesi, ancak ve ancak düşüncelerin, programların, sistemlerin tam bir hürriyet havası içinde açıklanıp savunulabilmesi ile mümkündür. Bir atom bilgini ile imzasını bile atamayan ve toplum hakkında en ilkel bilgilerden yoksun olan bir vatandaşa eşit oy hakkı tanımanın gerekçesi fikir hürriyetinin niteliğinde (tılsımında) yatmaktadır. Eğer bütün fikirler, çözümler, programlar ve sistemler halka serbestçe açıklanırsa, eşit imkân ve araçlardan faydalanarak savunulabilirse ve tartışılabilirse, halkın çoğunluğu , belki biraz geç de olsa (belki bazı aldanmalardan ve aldatılmalardan sonra) sonunda muhakkak surette kendisinin (halk çoğunluğunun) ve böylece toplumun yararına olan çözümleri, program ve sistemi benimseyecektir, iş başına getirecektir.  İşte genel seçim hakkı temeline dayanan çok partili siyasi hayatın felsefesi (ana dayanağı), bu önerme (kaziye) dir. Eğer hürriyetleri, seçim esasını ve hukuk devleti ilkesini benimsemiş bütün görüşler, bütün programlar ve bütün sistemler, serbestçe (yani her türlü baskıdan uzak olarak) savunulamazsa, demokratik çark işleyemez! Toplumu olumlu sonuçlara asla ulaştıramaz.

Eğer bugünkü aksak ve yurttaşlarımızın büyük bir kısmı için yoksulluk, bağlılık ve hürriyetsizlik kaynağı olan iktisadi ve sosyal düzeni sadece küçük yamalarla temelde korumayı amaç edinen (hastalığı değil onun arazını gidermekle yetinen) görüşler, çözümler, programlar ve sistemler lehine açıklama yapma ve savunma hakkı tanınır da  büyük çoğunluğu süratle ve ciddi surette yoksulluktan ve başkalarının keyfine ve insafına tabi olmaktan kurtaracak yolları, programları ve görüşleri savunanların karşısına, yasaklar, baskılar, tehditler ve iftiralar çıkarılırsa, oradaki demokrasi sahte bir demokrasidir. Böyle bir demokrasi, kendini, diğer idare usullerine üstün hale getiren tılsımı kaybetmiş bir göstermeliktir. Ruhsuz bir iskelettir. Meydanı sadece tutucu, sadece mevcut şartları devam ettirici fikirlere serbest bırakan, buna karşılık toplumu, tarihin akışına, dünyanın gidişine, vatandaşların büyük çoğunluğunun ihtiyaçlarına uygun olarak değiştirmeyi, geliştirmeyi, haksızlıkları süratle düzeltmeyi ve bütün kişileri (hiç değilse çalışanları veya çalışamayacak durumda olanları) refaha, özgürlüğe ve böylece mutluluğa ulaştırmayı kendisine amaç edinen hayat ve toplum görüşlerini, sistemleri ve programları mahkum eden bir tek taraflı (topal) demokrasi, topluma ancak hürriyetsizlik, yoksulluk ve huzursuzluk getirir ve getirmiştir. Bu olumsuz (zehirli) ürünlerin devamı ve böyle bir demokrasi oyununun sonu ise 20’nci yüzyılın koşulları içinde, toplumun ve halkın yararına olarak demokrasiye paydos demek olur.

Seçim sistemi ve çok partili siyasi hayat, iş başına çoğunluğun yararına yönelen ve halkın onurunu, refahını ve mutluluğunu her şeyin üstünde tutan, bir avuç imtiyazlıları değil (gelecek kuşakları ile birlikte) halkın ezici çoğunluğunu varlığının amacı sayan bir kadroyu getiremiyorsa, bunun temelde yatan ana sebeplerinden biri de siyasi alandaki mücadelenin fikir düzeyinden uzaklaştırılmış olması, akıl yörüngesine değil ve sadece his ve heyecan rakına(***)  dayandırılmasıdır. Daha açık deyimle, seçmenin tercihleri, partilerce savunulan görüşlerden, programlardan, sistemlerden, hangisinin, kendisine (ve topluma) ağır basan maddi ve manevi yararlar sağlayacağı sorusuna vereceği akılcı cevaba göre, yapıldığı zamandır ki demokrasi, toplumu olumlu sonuçlara ulaştırabilen bir idare şekli olabilir. Ancak akıl zemini üzerindeki siyasi mücadeleler ve tercihlerdir ki toplumu yerinde tutan veya geriye doğru sürükleyen değil, ileriye doğru çeken bir idare çarkını iş başına getirebilir! Hele yoksulluk, iktisadi ve sosyal bağımlılık içinde yaşayan, kültürden hatta okuyup yazmadan bile yoksun geniş halk kitlelerinin çoğunluğu teşkil ettiği geri kalmış toplumlarda, çok partili siyasi hayatın, toplumu ilerletici, yükseltici, yüceltici bir faktör haline gelebilmesi çok zordur ve muhakkak surette, siyaset meydanında, ancak akıl silahının kullanılması şartıyla mümkün olabilir. Halkın dini hislerinin alabildiğine tahrik edildiği ve sömürüldüğü, (kısaca kötüye kullanıldığı)  bir ortamda ise birden fazla partinin var olması, topluma bir şey kazandıramaz; hürriyet ve eşitliğin sağlanmasına, namuslu bir idarenin gelmesine ve yerleşmesine hizmet edemez. Aksine, bir süre sonra aklın, dini veya diğer hissi taassup sonucu zincire vurulması sonucunu doğurur.

Bunun içindir ki yeni anayasa düzenimiz yalnız laik devlet ilkesini ilan etmekle kalmamış, dinin siyasi (ve kişisel) amaçlarla sömürülmesini kesin olarak yasaklamış, bu yola sapacak partilerin (ve gazetelerin) kapatılmasını öngörmekten bile kaçınmamıştır.

Ne yazıktır ki demokrasi çarkının gereği gibi işleyebilmesinin ve çok partili siyasi hayatın –Türkiye’deki bütün olumsuz koşullara rağmen – toplumumuzda kabul edilmesinin ve iyi sonuçlar verebilmesinin baş şartı olan bu kural, sadece kâğıt üstünde kalmıştır.

Bu genel sözlerden sonra, şimdi burada açıkça ve cesaretle şu gerçeği belirtelim. Siyaset alanındaki mücadelenin fikir çarpışması olmaktan çıkmasına, dini ve diğer hissi faktörlerin meydana hâkim duruma gelmesine, başta AP sebep olmakta ise de CHP içindeki sağcı grup da bu yasak silahlardan bol bol faydalanmaktadır.

Tutucu, hatta gerici çevrelerin temsilciliğini yapan AP, ilerici ve devrimci fikirleri, özellikle sosyal adalet ilkesine aykırı düşen toplum şartlarını, köklü değişikliklere tabi tutmak isteyen reformcu hareketleri, fikirle karşılayamadığı için, siyasi ahlaka ve hatta genellikle ahlaka aykırı olan bir yol tutmuştur. Hasmına en ağır iftiralar yaparak, onu komünist emellerin savunucusu gibi göstermek suretiyle, seçmenin ve hele siyasi akımları ve sistemleri birbirinden gereği gibi ayırt edemeyen çevreleri tahrik yoluna sapmaktadır.

Program ve ilkeleri icabı 32 milyonun hepsinin mutluluğunu amaç edinmiş olduğundan, AP’ye kıyasla oyların çoğunluğunu kazanma şansı olan bir CHP’nin, çoğunluğun sempatisinden yoksun bırakabilmek (hatta mümkünse onun üstüne çoğunluğun nefretini çekmek) sayesinde seçim kazanma taktiği, AP’yi her araca başvurma tutkusuna sürüklemiştir. Tam Makyavelist bir zihniyet ile amaca ulaşmak için her araç meşrudur diyen bu kişiler, siyasi hayattaki mücadeleyi aşırı derecede soysuzlaştırmışlardır. İftira sayesinde çok şeyler elde edebileceğine inanan siyaset adamlarının başvurabileceği barbarlığın ve bayağılığın sınırı yoktur ve olmamaktadır. AP, özellikle okur yazar olmayan veya siyasi ve toplumsal alanlardaki kavramları inceleyecek zamana ve imkâna sahip bulunmayan, biraz da taassubu sonucunda sağduyusu gölgelenmiş olan çevrelerde, siyasi hasmını din düşmanı, aile düşmanı, her türlü maneviyat düşmanı olarak tanıtmak için, hiçbir yoldan, hiçbir iftiraya sapmaktan kaçınmamaktadır. İktidar partisi yöneticileri, camilerde vaizlere açıkça siyasi propaganda yaptıracak, hatta Halk Partisi sözcülerine cevap verdirecek kadar ileri gitmekten bile irkilmemişler, her türlü ölçüyü kaçırmışlardır. Bu kişiler, milletin birbirine dini hislerle düşman olmuş iki kampa ayrılmasını, Sünnilerle Aleviler arasında milli devlet esasına yabancı düşen eski devirlerin hastalıklarını canlandırmakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Milli birliğin böylesine derinden yaralanmasının devlet hayatı bakımından yaratacağı büyük tehlikeler bile, onları bu hırslı gidişlerinde frenleyememektedir.

Son günlerde, iktidarı devamlı olarak ve rahatça ancak gerici (aşırı sağcı) bir ayaklanma sayesinde elde tutabileceklerine inanan bir grup, iktidar partisi idarecilerini dahi gölgede bırakan bir azgınlıkla daha da ileri gitme arzusundadır. Bu ortamda demokrasi çarkı ileri doğru işleyemez.

Halkın siyasi hasmına karşı çok daha kuvvetle nefret duymasını sağlama amacıyla iktidar partisi ve yöneticilerinin fikir hürriyetini yok edici istikamette kendisine başvurduğu başka bir gayrı meşru silah da komünistlik iftirasıdır.  Sosyal adalet ve güvenlik alanında seçmene hiçbir şey vermeyecek durumda olan ve yalnız küçük bir çevrenin çıkarlarını savunan gerici AP, bu eksikliğinin oy bakımından yaratacağı sakıncaları gidermek, hatta sosyal adalet ve güvenlik ilkelerini hasmı için ayak bağı haline getirebilmek amacıyla (siyasi ahlak, vicdan ve dürüstlük kurallarını hiçe sayarak), ona sistemli olarak komünistlik isnat etmek yoluna sapmaktadır. Bu konuyu durmadan işlemek, bazı müttefiklerin gayrimeşru yardımlarından da bol bol faydalanmak suretiyle, kısa süre için başarıya da ulaşmaktadır. Ama bu yüzden memleketi sefaletten, yoksulluktan kurtararak refaha, maddi manevi özgürlüğe ulaştırmak ve böylece komünizme götüren yolu en etkili bir surette barikatlamak isteyen insanları komünist olarak damgalamak, insanlığı ve hele geri kalmış ülkeleri kurtarıcı ve yükseltici fikirleri, komünistlik olarak tahrif etmek suretiyle de komünizmi sempatik hale getirmek; onun lehine istemeye istemeye en etkili propagandayı yapmak günahından da yakalarını kurtaramamaktadırlar.(5)

Komünistle, komünizmin en etkili önleyicilerinin aynı sepet içine konduğu bir toplumda, siyasi hayatın nasıl bir çıkmazla karşılaşacağını belirtmeğe bile lüzum yoktur. Bugün batı aleminde komünizme karşı bir numaralı kalkan olarak kabul edilen ve komünistlerce baş düşman diye ilan edilen sosyal demokrasi, komünizm ile eşit hale getirilmek istendiği oranda, demokrasinin yaşama gücü sona erecektir. Böyle olunca bugün iktidara gelebilmek (oy toplayabilmek) için hasmına karşı milli hisleri tahrik edebilmek amacıyla komünizm ve sosyal demokrasiyi (yani gerçek demokrasiyi) bir tek kavram haline getirmek isteyen ve bu çaba içinde bulunan bir iktidarın, vatanseverliğinden, hiç değilse rejime bağlılığından ciddi surette şüphe etmek yersiz sayılabilir mi?

Fikir Hürriyetinin Muhalefet Kampında Soysuzlaştırılışı

Modern demokrasinin ve partilerin işleyişi ve bünyesi hakkında biraz bilgi sahibi olan her kişi teslim eder ki önce partilerin içinde demokratik düzen sağlanmaksızın, bir toplumda demokratik bir düzen gerçekleştirilemez ve hele korunamaz. (6)

Partiler içinde fikir hürriyeti ve partiler içinde siyasi ahlak kurallarına saygı hâkim kılınmadıkça, partiler arasında ve toplum hayatında da fikir hürriyeti ve siyasi ahlak gelişemez. (7)

Memleketimizde demokrasinin akıbeti gibi hayati önemdeki bir konuyu inceleme sorumluluğunu üzerine almış bir üniversite öğretim üyesinin bu konu üzerinde memleket gerçeklerini dile getirirken, objektif ve dürüst bir yargıya ulaşabilmek için, şu gerçeği teslim etmesi lazımdır: Siyasi hasmı bir yandan dinsizlik, öte yandan da komünistlikle itham etme eğilimi – aşağıda da özellikle dokunacağımız üzere – yalnız partiler arasında değil, partiler içinde de kendisini aşırı derecede göstermektedir. CHP’nin sağ kanadında yer alan tutucu elemanlar veya kurnazlığı siyasi hayatın en verimli silahı sananlar (ofsaytçılar), (parti programını ve halkçı, devrimci ve devletçi bir partinin, 1960-1966 yılları arasındaki gereklerini gönülden benimseyen gerçek halk partilileri, şahıslara veya kendi çıkarlarına değil, ilkelere, fikre bağlı idealist elemanları) iftira silahı ile vurmayı huy edinmişlerdir.  CHP içinde, siyasi ahlak bakımından kendisini gösteren bu kötü örnekler, partiler arasındaki iftira kampanyasının pek aşırı olmasında ve her türlü sınırı aşmasında ciddi rol oynamıştır.

AP yöneticilerinin iktidara gelebilmek için başvurmaktan kaçınmadığı gayri meşru silahlardan biri de memleketin siyasi ve iktisadi bağımsızlığı için mücadele etmeyi yani milliyetçiliğin en ciddi manada uygulanışını halka, memlekete ihanet ve Rusya’nın emellerine hizmet etme olarak damgalamak suretiyle kavramları tersine çevirmekten bile kaçınmamalarıdır. Bu konuda şirretliğin ve memleket yararına sırt çevirmenin son haddine varabilen AP yöneticileri Türk tarihinde eşine pek az rastlanır bir pervasızlıkla, yabancı bir memleketin ve yabancı şirketlerin çıkarını Türkiye’nin yararından üstün tutan bir davranışı ısrarla ve inatla savunmaktan ve her gün yeni yeni örneklerle Türkiye’nin sömürülmesine yardımcı olmaktan dehşet duymamaktadırlar. Tam aksine, Amerikalıların çıkarını desteklemek için, her sınırı aşan bir cüretle, yeni yeni tedbirler ve metotlar keşfedilmektedir.

Buna karşılık olarak da Amerikan resmi makamları, Amerikan gizli teşkilatı (CIA) ve Amerikan şirketleri, AP’nin iktidara gelmesi ve iktidarda kalması amacıyla bağımsızlıkla bağdaşmayacak müdahalelere dahi cüret etmektedirler. Yabancı petrol şirketleri, maddi ve manevi bütün yardımlarla AP’nin yanında ve bazen içindedir. Genel başkanlık seçimlerine bile burnunu sokmakta, parayla ve sahte vesikalarla parti içi ve partiler arasındaki seçimleri etkileme yoluna gitmektedirler. Bu gibi destekler, çeşitli bakımlardan geri kalmış memleketlerde, -kısa süreler için- yardım kabul eden partinin lehine sonuçlar doğurabilir, ama milletin bu ilişkilerden şüphesi kalmadığı zamanlarda da bir partinin mahvolmasına sebep olur. Hele o yabancı devlet, benimsediği aşırı bencil dış politika sonucunda, damgalanmış bir devlet olarak, milli egemenliğine son derece düşkün kumanda altında yaşamaya tarihi boyunca asla razı olmamış (bu gibi çabaları nefretle reddetmiş) bir Türkiye’de, kendi evinde imiş gibi hareket etme hakkına sahip bulunduğu vehmine kendini kaptırmış olursa … Ve ona bu yetkiyi, Türkiye’nin vaktiyle iş başına gelmiş ve sonradan hukuk dışı olduğu resmen tescil edilmiş bulunan sorumsuz bir iktidar, milletçe meçhul birtakım anlaşmalar sonunda tanımış (daha doğrusu tanımak istemiş) olursa…

Özet: İçişlerimize müdahalenin, değiştirilecek genel müdürleri tespit, hükümet düşürülmesini destekleme, iktidar partisi genel başkanı seçimini idare ve Amerika’ya sempatik görünmeyen siyaset ve fikir adamlarının tasfiye listesini hazırlama derecesine kadar götüren yoğunlukta gerçekleşmesinde beis görmeyen iktidar partilerinin, bir memlekette, ne demokratik düzenden yana olmalarına ve ne de demokratik düzenin baş şartı (havası) olan hürriyet düzenine ve milli bağımsızlığa bekçilik edebilmelerine imkân vardır. İşte içine girmiş olduğumuz, bu Türk ve Amerikan kavramlarının birbirine karışmış olması devri, demokrasimizin soysuzlaşmasında ve bir çıkmaza saplanmasında çok büyük bir paya sahip bulunmaktadır.

Türkiye’nin ve Türk demokrasisinin içine düştüğü bu çıkmazın sebeplerini tamamen ortaya koymak amacıyla DP’nin devamı olduğunu artık açıkça belirten AP’nin lehinde ve onun karşısındaki CHP’nin aleyhinde bazı faktörlerin mevcut olup olmadığını da tespit etmek gerekir. Gerçekten, bunların bilinmesi halindedir ki demokrasimiz, içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarılmanın ilk şartına (doğru bir teşhis) kavuşmuş olur.

AP’nin oy toplama konusunda sahip olduğu büyük kolaylık, DP’nin haksız olarak kendi lehine yarattığı efsaneden yararlanmasıdır. DP’nin siyasi hayata çıkışı sıralarında geniş ölçüde dış yardımlardan faydalanmaya başlamamız, yanlış inançlarımızın doğmasına sebep olmuştur. Bu yardımların kısa vadeli olarak yaratacağı bolluk ve ferahlığın, milli iktisadın kurallarını kavrayamayan, hele enflasyonun ilerde yaratacağı sakıncaların bilincine varamayan halk tabakaları üzerindeki etkisi, çok yanıltıcı mahiyettedir. İleriki yıllarda milyarlarca liralık dış borç ödemesinin husule getireceği darlıkları ve zorlukları hesaba katamayan geniş halk kitleleri, o devrede geçici bir süre için dahi olsa paraya kavuştuklarından ötürü, bu sonucu, büyük (hatta esrarengiz) bir başarı olarak hafızalarında saklamaktadırlar.

Ayrıca hiçbir hukuk kuralı önünde duraklamak lüzumunu duymayan ve devlet idaresinde aşiret devri ölçü ve usullerini uygulayan DP ve AP, kendi adamlarını iktidarda olmanın nimetlerinden meşru sayılmayacak şekilde faydalandırmak (menfaat dağıtmak ) suretiyle, oy avcılığı işinde kıyasıya çabalar gösterecek bir ekibe sahip olmuştur. Öyle bir ekip ki onun için iktidarı kaybetmek çok şeyi kaybetmek hatta her şeyi kaybetmektir, seçimi kazanmak çok şeyi kazanmaktır. Halkın bir kısmı ile böylesine sıkı bir menfaat düğümü içinde bulunmak, şüphesiz ki -gayri meşru surette de olsa- bir partinin seçim şansını (hiç değilse başlangıçta) artırmaktadır.

Halk Partisinin Kusurları

Halk Partisinin seçimleri kaybetmesine, kendi bünyesindeki aksaklıların, sakatlıkların da geniş ölçüde sebep olduğunu itiraf edemezsek hem gerçekçilikten uzaklaşmış oluruz hem de derde deva bulacak bir sonuca ulaşamayız. Bir parti kendi kendisini methetmekle, üzerine toz kondurmamakla ve arka arkaya seçim kaybettiği halde meseleyi sadece hasmının kusurlarına (hileli ve gayrı meşru davranışlarına) yüklemekle hiçbir şey kazanamaz, ama çok şey kaybeder. Bu zihniyetten vazgeçmediği sürece, seçim kazanması imkânsızdır. Hele böylesine, her çareye başvurarak, iktidardan gitmemeyi kendisine amaç edinmiş, meşru, gayri meşru bütün vasıtaları seferber etmiş bir hasımla karşı karşıya olursa.

Şu halde Halk Partisi’nin iktidara gelmesini isteyenlerin, özellikle rejimi kurtarma bakımından bunun zorunluluğuna inananların, artık Halk Partisi’nin zayıf taraflarını ortaya koymaları (masanın üstüne sermeleri) şarttır. Böyle bir davranışın, dosta, düşmana karşı CHP’yi kötü durumda bırakacağını, onu halkın gözünden düşüreceğini iddia etmek yanlıştır; aldatıcı bir mantığa kapılmaktır.

Her şeyden önce belirtelim ki nasıl ancak büyük insanlar bir şey kaybetmeden kendi kendilerini tenkit edebilirlerse sağlam temeller üzerine oturmuş, köklü siyasi teşekküllerde, halkın önünde kendi kendilerini tenkit etme ve bundan zararlı çıkacak yerde, daha da kârlı çıkma gücüne sahiptirler. Mazisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin mazisi, başardıkları Cumhuriyet Halk Partisi’nin başardıkları olan bir siyasi teşekkül, kurucusu Atatürk olan ve tarihi bir lidere sahip bulunan bu parti, 1946’dan bu yana 20 yıldır seçim kazanamamasının sebeplerini ortaya koyma ve kusurlarını düzeltme amacıyla kamuoyunun önünde açık kartla oyun oynarsa bir şey kaybetmez, ancak çok şey kazanır. Önce belirtelim ki o kusurların hepsi, halk tarafından bilinmekte, hatta mübalağalı olarak nitelendirilmekte ve değerlendirilmektedir. Ama Halk Partisi’ni idare eden kadronun, bu kusurları bilmezlikten gelerek veya o kusurlara önem vermeyerek, ilkelerinin ve programının yolunda değil de bir süreden beri olduğu gibi idareimaslahat yolundan yürümesi, CHP’yi yeni hamlelerin sahibi, yeni bir ruh ve heyecanın yaratıcısı yapamaz. Atatürk’ün partisinin mazisindeki başarıların yarattığı krediyi yiyen bir teşekkül halinde kalması, onu, tarihi görevini bitirmiş, fonksiyonu kalmamış bir parti derecesine düşürür.

Halk Partisini –zaten herkes tarafından fazlasıyla bilinen- kendi zaaflarını derli toplu ve sistemli bir şekilde ortaya koyması, yeni bir ruh ve inanç kaynağı haline gelmek için bünyesinde gerekli saflaşmayı gerçekleştirmesi, onu kendisini bekleyen tarihi misyonun tekrar sahibi haline getirebilecektir. CHP’nin yeniden bu akıncı ve devrimci ruha kavuşması, hem Halk Partisi’ni nihayet iktidara getirecek hem de  Türk demokrasisini tehlikeden kurtaracak tek çıkar yoldur. Eğer bunca devrimlerin yaratıcısı olan parti, gecikmiş olan bu işi yapabilecek cesaret, kudret ve samimiyete bu kurultayda sahip olamazsa, hem milletin hem de milletin kaderi ile yakından ilgilenen çevrelerin ve kuvvetlerin demokrasiden ümitlerini kesmeleri gibi rejim bakımından son derece zararlı bir sonuçla karşı karşıya kalınacağı şüphesizdir. Toplumumuzun mazisini ve bugünkü halini kalın çizgileri ile bilen (teferruat içinde ana hatları kaybetmeyen) ve kişisel birtakım hesapların yarattığı hırs ve telaşla tarihin akış istikametini göremez hale gelmiş olmayan, sağduyu sahibi her memleket severin de pek daha farklı bir yargıya ulaşamayacağı kanısındayım.

CHP’yi iktidara götürecek usul ve araçlar, AP’ninki gibi birtakım oyunlar ve tertipler olmayacaktır. CHP’yi iktidara götürecek ve orada tutacak adım, alınması zor fakat sağlam bir tedbirdir. Halkın büyük çoğunluğunu maddi ve manevi yoksulluktan kurtaracak, onu yalnız hürriyete değil refaha ve güvenliğe de ulaştıracak bir program uygulamaya kararlı olduğunu ve böyle bir zihniyeti kendisine rehber edindiğini millete (seçmene) ispat etmektir. Türk halkı, CHP’nin gerçekten halkçı, yani 32 milyonun ve gelecek kuşakların refahını ve mutluluğunu tek amaç edinmiş bir siyasi teşekkül hüviyetine sahip olduğunu kabul ettiği, parti içindeki bazı zümrelerin veya kişilerin, bu teşekkülü, çelişme ve zikzaklarla dolu ve ilkelerine aykırı yönlere sürükleyemeyeceklerini ve böylece CHP’nin muhakkak surette ve tam ciddiyetle ilkelerinin çizdiği yoldan gidecek bir fikir ve prensip partisi olduğuna inandığı zaman onu iktidara büyük çoğunlukla getirecektir. Çünkü halkın yararı bundadır. Ve bundan başka bir yol da Halk Partisi’ni iktidara getiremeyecektir.

Şimdi cevaplandırılması gereken soru şundan ibarettir: Halk Partisi’ne halkın (yani çoğunluğun) sevgisini ve güvenini sağlayacak ruh ve zihniyet nedir ?

Buna Sosyal Demokrasi yolu, Toplumcu Demokrasi yolu demek gerekir. 1965 seçimlerinden biraz önce Halk Partisi Lideri Sayın İnönü tarafından Ortanın Solu olarak adlandırılan yolun anlamı da bundan başka bir şey değildir.

Artık gidilecek yol, Anayasamızca Türk Cumhuriyeti’nin nitelikleri olarak ilan edilen demokratik, hürriyetçi, milliyetçi ve laik olma ilkelerini ne kadar ciddiye, alıyorsak, sosyal (toplumcu) olma ilkesini de o derece kalpten benimsemektir. Esasen halkçı, devletçi ve devrimci bir partinin 1966 yılında sosyal (toplumcu) demokrasi idealini benimsemesinden başka çıkar bir yol da düşünülemez. Zamanımızda partiler, ancak bir fikir etrafında toplandıkları oranda toplumsal görevlerini yerine getirebilirler. Altı ilkenin anlamı, zamanın akışı içinde toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenecektir. İktisadi hayatta çok geri kalmış, servet ve gelir dağılışı ve toplum hayatının nimetlerinden faydalanma imkânları batı ülkelerinde eşine rastlanmayan sert ve kesin farklılıklar gösteren bir memleket olarak, bütün dünyanın gittiği toplumcu yoldan, ama batı alemi gibi demokratik toplumcu yoldan, süratle ilerlemek, bizim için hem sefaletten kurtulmanın hem de komünizm tehlikesini ciddi olarak gidermenin tek çaresidir. Altı prensibe dağılmış olan ilkelerimizin özünü ve böylece partimizin topluma bakış açısını bir sistem olarak belirtmenin büyük faydaları vardır.

İşte CHP’nin toplumcu demokrasiyi ciddiye alışını belirten ortanın solu bakış açısı, parti ilkelerimizin, yeni anayasamızın ışığında ve insanlığın 1966 yılında ulaşmış olduğu gelişme seviyesinde kazandığı anlamla ve bütün ciddiyet ve samimiyetle uygulanması demektir.

Halk Partisi’nin prensipleri bakımından, daima ortanın solunda olduğu bir gerçektir. Yani 1961 Anayasası ilkelerinin de sosyal bir demokrasiyi öngördüğü ve ortanın solunda yer aldığı şüphesizdir. Ama 1961 Anayasa çerçevesi içinde yer almaları gerektiği için, diğer partiler, nasıl ortanın solunda sayılabilecek teşekküller haline gelemiyorlarsa, altı okun samimi ve ciddi olarak benimsenmesi ve uygulanması halinde ortanın solunda bir muhtevaya kavuşması zorunluğu da ne bütün CHP’lilerin sosyal demokrasiyi (ortanın solunu) benimsemiş olduğunu ne de idareci kadronun bugüne kadar ciddi, titiz ve çelişmesiz surette böyle bir siyaseti uygulamak istediğini ispat eder. Gerçek bunun aksini ortaya koymaktadır: CHP saflarında en üstün kademelere kadar yükseldiği halde ortanın solu dediğimiz toplumcu demokrasinin felsefesini benimsememiş, hatta buna açıkça karşı çıkmış kişiler çoktur. Toprak reformu, petrol ve madenlerimizin millileştirilmesi, sosyal hakların gerçekleştirilmesi, Köy Enstitüleri, ciddi bir vergi reformu, tıbbın sosyalleşmesi ve daha birçok ana davalarda kendini gösteren temeldeki ayrılıklar bunun kesin delilleridir. Hepimiz ortanın solundayız teranesi,  samimiyetten uzak bir hile yoludur. CHP’nin bugün kazanması gereken yeni ruhu, heyecanı ve samimiyeti sıfıra indirecek ‘eski hamam eski tas’ sonucuna ulaştırma hedefi güden bir kurnazlıktır. Ortanın Solu siyaseti, bugüne kadarki siyasetin, 40 yıldır gidilen yolun ta kendisi değilse, parti başka bir parti mi olacaktır? Yedinci bir oku mu söz konusudur? Böyle bir sonuca, ancak program değişikliği, hatta hüviyet değişikliği ile gidilebilir yolundaki sözler ise demagojiden başka bir şey değildir. Bütün bunların cevabını gelecek yazımızda vereceğiz. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim. Tek partili bir devrede kurulan ve prensiplerini seçen Halk Partisi, 1945’te Türkiye’de çok partili siyasi hayat yolunu açarken ve inşa ederken 1954’ten sonra hukuk devleti ve hürriyetler düzeni devrinin öncülüğünü ve savunuculuğunu yaparken  kendi kendisini yenilemesini bilmiştir. Yaşayan bir ilke olan devrimciliğine uygun surette o yılların ve devrelerin toplumu ileri götürücü ve çağdaş uygarlık düzeyinin gerektirdiği fikir ve ilkeleri benimsemiştir. İşte bunun gibi 1965 yıllarında da 1961 Anayasasının ve sosyalleşen (insancılığa ve toplumculuğa yönelen) dünyanın eğilimine ve tarihin akışına uygun olarak toplumculuğu özel bir içtenlikle benimsemesini bilecektir. Bununla alışılmamış bir davranış içine girmiş sayılamaz. Tam aksine rejimin kurucusu, koruyucu ve kurtarıcısı olma misyonuna devam etmektedir. Çünkü zamanımızda sosyal olmayan demokrasi sahte bir demokrasidir ve yaşama gücünden yoksundur.

İşte ortanın solu deyiminin ifade ettiği siyaseti gönülden benimseyenlerin (yoksa kelimeye evet deyiver bildiğini oku yolunda düşünmeyenlerin) inancı şudur: CHP Kurultayı, parti meclisine Bülent Ecevit ve onun gibi düşünen demokratik toplumcu zihniyete sahip, oportünistlikten ve eyyamcılıktan uzak prensip adamlarını büyük bir çoğunlukla getirirse CHP için de Türk demokrasisi için de şans dolu bir devre başlayacaktır. O zaman Halk Partisi programına ve ilkelerine uygun fakat onlara yeni bir ruh ve inanç kazandıran çağdaş bir zihniyet ve felsefe ile gençleşecek, Atatürk günlerinin dinamizmine ve idealizmine kavuşacaktır. Böylece demokrasimizi de içine düştüğü çıkmazdan kurtararak, siyasi ve sosyal tarihimize yeni bir zafer kazandıracaktır.

  FORUM Dergisi 15 Ekim 1966, sayı : 301

 Yazıyı Güncelleyen : AHMET AKKÜÇÜK / 28.01.2022

Jurnalist Gazeetesindeyayınlanmaktadır..

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir