Bülent Soylan

Büyüme ve Kayıt Dışı Ekonomi

Çok iddialı gibi gelebilir ama; bir kere Türkiye’nin bir kayıt dışı cenneti olduğu gerçeğini kabul etmek gerekir.

Üstelik “kayıtlıdır” diye bilinenlerin önemli bir kısmını, yani “şeklen kayıtlı” olanları da hesaba katarsanız, “Kayıt-kuyut” işlerinin daha da derinlere inen neredeyse bir dipsiz kuyu olduğu söylenebilir.

Bizdeki bu durum ne yazık ki siyasetinden ekonomisine ülkenin bütün kurumlarına sinmiş olup adeta bir çengel gibi, her bir kurumun verilerine soru işareti olarak takılmıştır.
Kimilerine göre kayıt dışılık yüzde 30’larda gezinse de, “şeklen yapılan kayıtlar” da dikkate alındığında bizdeki gerçek oranın yüzde 50’ler dolayında olduğunu söylemek büyük bir abartma olmasa gerek.
Nitekim küçük bir araştırma ile, bu rakamlara kimi yetkililerin de katıldığı görülür.
Yüzde ölçülerini tartışmayı bir kenara bıraksak dahi; bizzat OECD’ye göre bile Türkiye, 34 üye ülkesi arasındaki sıralamada 2016 verilerine göre kayıt dışılıkta “birinci sıradaki” ülkedir.
Bu bir uluslararası ayıp mıdır?
-Evet
Bunun denetimle, ayıplamayla azaltılabileceği inancı sadece kendimizi aldatmak mıdır?
-Evet
Bir balık ağının (ki vergicilikte de bir yakalama vardır) yüzde 30’unun yırtık olması, o ağın yüzde 70 işe yaradığını mı gösterir?
-Tabii ki hayır, isteyen kaçabiliyorsa, yakalandı denenler zaten teslimdir.
Bu ölçülerdeki kayıt dışılık önümüzü ancak el yordamıyla görmek, geleceğimize günlük bakmak mıdır?
-Evet.
O zaman Türkiye’de vergiciliğin rayına oturtulması için bir model hazırlanacaksa, kısa vadede ve çok çeşitli alanlarda bir genel iyileşme olmadan vergi sisteminin sadece denetimle, yaptırımları katlayarak, ayıplayarak vs yollarla düzeltilemeyeceği gerçeğini kabul etmek ve yola bu gerçekten çıkmak gerekecektir.
Şimdi gelin bu lafların altını dolduracak bazı örnekleri sıralayalım:
Herkesin gözü önündeki durumdur:
-Türkiye’de işsiz sayısı belirli midir? Belirsizdir,
-Türkiye’de enflasyon oranı belirli midir? Belirsizdir.
-Türkiye’de ücret bordroları göstermelik midir? Göstermeliktir.
-Bir üretimin içindeki işçilik belirsizse üretim maliyeti belirli midir? Belirsizdir.
-Açıktan ücreti karşılamak için mecburen ve katlamalı olarak açıktan yapılan üretim ve satışın ölçüsü belirli midir? Belirsizdir.
-Kiralar mesela: ev kirasından dükkân kirasına bir “gösterilen” vardır, bir de gerçekte ödenen.
-Satılan mal belli midir? Değildir, gidin semt pazarlarına, dükkânda satılan her şeyin belgesinin verilmesi zorunlu iken semt pazarında asla böyle bir usul yoktur. Peyniri de, sebzeyi de, konfeksiyonu da, ayakkabıyı da, elektrik süpürgesinin hortumu ve tabağı çanağı da öyle alırsınız.
-Gayrı menkul, arsa, inşaat işleri? Hakeza belirsizdir. Şeklen bir kaydı vardır ama hesaplaşma başkadır. Hatta ikaz edilirsiniz “Bundan fazla gösterme, emsalleri bozar” diye.
-Taşımacılık örneğin. Siz her biri birkaç milyonla fiyatlanan taksi plakalarının alım satımının, taksicilerin günlük araba yevmiyelerinin kayda girdiğini mi sanırsınız?
-Siz bu ülkenin en ciddi kayıt tuttuğunu söyleyen en büyük sınai kuruluşlarının o “Outsourcing” dedikleri dışarıya yaptırdıklarını, yan sanayiden tedariklerini hep birebir faturalı görürsünüz ama, siz o tedarikçilerin ciddi(!) kurumlarca kendilerine dayatılan fiyattan mal-hizmet satarken ayakta kalabilmek için hangi kayıt dışılıklara mecbur kaldığını, o düzgün faturaların altlarında neler olduğunu bilir misiniz?
Bu örnekler uzar gider…
Yıllardır da böyle gelip böyle gittiği için kayıt dışılık bizde artık “yapısal” hale gelmiştir.
Zaten bu nedenledir ki; işin birazı tıkanan sistemi rahatlatmak, birazı siyaset, birazı da sistemin normal işleyişiyle toplanamayan parayı kısmen bu yolla toplayabilmek için yine yapısal hale gelmiş olan “af”lar, “beyaz sayfalar” “yeniden yapılandırma”lar, “Mali Milat”lar gelir gündeme sık sık.
Bu sadece belirli bir siyasetin sonucu mu?
Ne gezer?
Örneğin “Getirin dışarıda bıraktığınız ya da kaçırdığınız parayı” kampanyalarını hep sağ iktidarlar mı yapmıştır?
Hayır.
Hatırlasanıza şu 1998 Temmuz’unda 4369 Sayıyla çıkan ve Mali Milat ilan eden yasayı. O tarihte hükümette kimler vardı, Maliye Bakanı kimdi acaba dersiniz?
Şimdi bunlarla kimseyi suçlamıyorum; demek istediğim, bu kayıt dışılığın, bu ekonomimizin bedenine uymayan elbisenin ülkemizin yapısını şekillendirmiş, sisteme sinmiş bir gerçek olduğu, buradaki uyumsuzluğun, aynen ayağı sıkan bir ayakkabının o ayağı yara etmesi, adamı topallayarak yürütmesi gibi, ekonominin organlarına verdiği kalıcı hasar olduğudur.
Buradaki hasarın, hükümetlere de, yönettikleri ekonomiye de, maliye idaresine de ayak bağı olduğu; ve öyle ikide bir açılacak beyaz sayfalar, sil baştanlarla, yapılacak “re-form”larla yani bir anlamda “yeni-şekil”lerle düzeltilemeyecek kadar büyük bir zaaf yarattığıdır.
Dolayısıyla, bu büyüklükte bir zaafın düzeltilebilmesi ancak ve ancak “Ekonomiye verdiği hasarla aynı büyüklükteki bir değişimle” hatta bütün ezber, küresel tavsiyeler ve eski reçeteleri bir kenara cesaretle atıp, yapılacak büyük bir ekonomik-mali devrimle mümkün olabilecektir.
Nedir o peki?
Başta, böyle büyük bir değişimin asla idarei-maslahatçı olmayan, başarıyı günü kurtarmakla yetinmekte görmeyen bir siyasi destek bulma ihtiyacı olduğunu kabul edelim.
Dolayısıyla, bu değişim kararının gerektirdiği iradeyi o dönemde iktidardaki siyaset ve ondan medet uman etkin çevreler gösterebilecektir.
İşte bu irade gösterilip gereken destek alındığında yapılacak olanlar çok kısaca şu başlıklarda toplanabilir:
1.Türkiye ekonomisinin kayıt dışılığı “yapısal” bir durumdur. Bu saatten sonra çarpıklığın sıkılaştırılacak sadece denetimlerle düzeltilebilmesi olası değildir. Uygulanan reçete yanlışsa, bünyeye zarar veriyorsa, o yanlış reçeteye daha fazla yüklenerek sonuç almayı düşünmek, bir yanlış tedavinin giderek daha yüksek dozla uygulanması gibi zararlıdır, yanlışta etkinlik ancak çarpıklığı derinleştirir.
Ortada sistemsel bir uyumsuzluk varsa, herkesin başına bir maliyeci de dikseniz, alacağınız sonuç ancak ekonomiyi kilitler, üretim ve ihracat durur, işletmeler batar, sınırlı sayıda çalışan da işsiz kalır.
Örneğin koyun her konfeksiyon atelyesinin başına bir maliyeciyi, sektörü öldürürsünüz. Çünkü o sektörün iç piyasası da ihracatı da bu “kısmen bordrolu” çalışmayla ancak dönebilmektedir.
2.Türkiye’deki kayıt dışılığın nedeni, asla Türk insanının diğer gelişmiş ülke insanlarından ahlakça ve devletine saygıda geride olması değil, mevcut mali düzenin) ülkenin ekonomik koşullarına uymayan, zorlamalarla sonuç almaya şartlandırılmış, buna göre biçimlendirilmiş yapısıdır. (ki aslında mali düzen dediğimiz de genel ekonomik düzenin; para politikası, gümrük politikası, sosyal güvenlik politikası gibi pek çok alt uygulamalarından sadece biridir)
3.Olayı biraz daha açabilmek için bu işi, iki uç noktasından örnekleyerek söyleyelim:
Bu gün ticaret ve sanayiin ve dolayısıyla her türlü ekonomik faaliyetin kayıt dışına kaymasının nedeni, içinde bulunulan ekonomik şartlarda karşılaşacağı vergi yükünü taşıyabilecek durumda olmamasıdır. Katlayın örneğin şimdiki vergileri ikiye, kayıt dışı şahlanır.
İndirin vergiyi yarıya, kayıt dışılık da yarıya iner.
Olmaz ama aradaki ilişkiyi daha iyi anlatmak için dada da bir uç nokta: Kaldırın vergileri, ortada kayıtdışı diye bir şey kalmaz.
Demek ki kayıt dışılığın yaratıcısı da, dozunu belirleyen de, ekonominin ve dolayısıyla işletmelerin taşıyamayacağı yükseklikteki vergi ile düşük vergi arasında kurulmuş olan dengenin neresinde olunduğudur.
Şimdi buradan yola çıkarak söyleyelim:
Sadece asgaride değil, tüm düzeylerdeki ücretlerin vergisini, sigorta primini taşınabilecek düzeye indirin; açıktan çalışma-çalıştırma için bir neden kalmaz. Katın bu kayda sokulacak işçilikleri üretim maliyetlerine, bütün sanayi ve ticarette ne üretimde ne açıktan alıp satmada bir kayıt dışılık kalmayacaktır. Çünkü işçilik maliyetlerinde tuğlayı yerine oturttuğunuz zaman buradaki açığı diğer aşamalara taşımak için bir baskı olmayacaktır.
4.Türkiye’de işçilikten üretime, üretimden satışlara kadar bütün süreçte işletmeler her an için kayıt dışılığın riskini taşımakta, “kaç-göç içinde yaşamakla şeffaflaşamamakta, kurumlaşamamakta, kurumlaşamadığı için de büyüyememektedirler. Hatta bu riskler, işletme sahibinin kendine güvence oluşturabilmek için sermayeye ekleyebileceği bir kısım işletmeden geri çekip gayrı menkul gibi âtıl alanlara yatırmasına yol açmaktadır.
Büyüğün küçüğü yuttuğu bu küreselleşmiş serbest piyasa düzeninde bizim işletmelerin de olabildiğince büyüyebilmesi için, işçilikteki gibi gerçek fakat kayıt dışı üretim maliyetlerini kayda alabilmesi, zaten beklenen geliri sağlayamayan mevcut kurumlar vergisi oranının da “etkili” yani yatırım ve kapasite yükseltme yönünde etki yaratacak bir biçimde düşürülmesi gerekir. Bu oran indirimi dolayısıyla kaybedileceği düşünülen vergi, işletmelerin göstereceği canlanma ile büyük ölçüde telafi edilecek, ayrıca portföycü değil, “üretime yatırımcı” yabancı sermaye gelmesi için dikkat çekilecek ve ciddi bir cazibe yaratılacaktır.
5.Ücretler üzerindeki sosyal güvenlik (sgk) primleri, istihdamı baskı altında tutan “ikinci büyük vergi kalemi”dir.
Uygulanan prim üst sınırının asgari ücretin birkaç katını geçmeyecek ölçüde örneğin asgari ücretin iki katı gibi düşürülmesi gerekir.
Bu durumda hem yüksek ücretlerle çalışanlar iş hayatı boyunca bu yükten kurtulacak hem işverenleri daha çok ücret ödeyip vasıflı eleman istihdamı imkanına kavuşacaklardır. Gerçi bu arada emeklilikte “sosyal güvenlik kurumundan alınacak aylıklar” düşecektir ama bu sorun olmamalıdır, çözüm kolaydır.
Örneğin 2021 yılı için prim tavanı aylık 26.831,40 lira ise, bordrolardaki bu rakam artık emeklinin sosyal güvenliğini sağlama amaçlı ve alınması zorunlu bir prim değil, devletin ücretler üzerine koyduğu ikinci bir gelir vergisidir ve ciddi bir yüktür. Dolayısıyla primler “sadece sosyal güvenlik gereğini karşılamaya yeterli olacak düzeye” indirildiğinde, istihdam maliyetleri düşecek, işletmeler çalışanlarına daha yüksek net ücret ödeme ama daha önemlisi daha vasıflı eleman çalıştırma şansı bulacaklardır.
Burada “ben şimdi yüksek prim ödeyeyim ki ileride emekli maaşım yüksek olsun, bana güvence değil yüksek refah da gerekli” düşüncesi de olacaktır. Bu herkesin en doğal tercihi. Ancak, sistemde sosyal güvenlik kurumunun asıl görevi, çalışanların iş hayatı sonrasında muhtaç duruma düşmemelerini sağlamaktır, asla yüksek emeklilik geliri vadetmek değil.
Aksi takdirde o adında yer alan “Sosyal” güvenlik sözcüklerinin anlamı kalmaz.
Üst gelir grupları, eğer yüksek gelir düzeyini emeklilikte de sürdürmek istiyorlarsa o zaman indirilecek prim tabanı üzerine -bu kez güvenlik açısından tercihen kamu bankalarınca oluşturulacak özel sigorta şirketlerine prim ödeyerek- sonuçta yine istedikleri yüksek emeklilik maaşı güvencesine kavuşacak ama tavan indirilmekle hem kendileri hem işverenleri ömür boyu denebilecek bir dönemde yüksek prim baskısından kurtulacaktır.
Düşük sosyal güvenlik kurumu, istihdamın kayda girmesi ile şimdiki büyük açıklarından kurtulabilecek, “mutlaka” olması gerektiği gibi, bundan daha geniş sigortalı tabanlı bir yapıya kavuşabilecektir.
Çünkü sosyal güvenlik sistemlerinde geçerli model, az kişinin primiyle çok kişiyi emeklilikte güvence altına almak değil, çalışan tabanını genişleterek çok kişinin primiyle az kişiyi güvence altına almaktır.
Bu arada, özellikle özel sektörün üst düzey yöneticilerine zaman zaman uyguladığı “yıl sonu sarı zarfı”na da gerek kalmayacaktır. Çünkü yüksek vergi ve primler dolayısıyla bir kısım üst yöneticinin yıl içinde bordro üzerinden alamadığı “karşılığı” böylece ve kayıt dışı tahsil ettiği ve ücretini böylece dengelediği bilinen uygulamalardandır.
5.Ülke ekonomisinin bizce yarıdan fazla kayıt dışılığı dolayısıyla tüketim üzerinden alınan KDV ayrı bir yanlışlıktır. Bu düşüncemize bizi doğrulayacak bir referans verecek olursak; o tarihte Maliye Bakanı, bu günkü Merkez Başkanımız Sayın Naci Ağbal’ın Türkiye İhracatçılar Meclisinde, iş adamlarımıza karşı kullandığı şu ifadesi hatırlanmalıdır:
“”Sistem, bu haliyle sürdürülebilir değil.
Yatırımın, üretimin, istihdamın ve ihracatın önünde ciddi bir engel oluşturuyor bu haliyle.
Mevcut KDV sistemi yerli üretimin aleyhine çalışıyor.
İthalat yapmak daha cazip.
Bütün bunları gördüğümüz noktada, ’32 yıllık kanunun artık reforma tabi tutulma zamanı gelmiş”.
Bunun yanı sıra, ülkenin önemli bir bölümünün mal ve hizmet alımının gelişmiş bölgelerle aynı oranda vergilendirilmesi, vergi yükü açısından büyük bir dengesizlik yaratmakta, bu da zincirleme çalışması gereken kayıt düzenini bozmaktadır. (Örneğin aynı takım elbise için İstanbul’da da Urfa’da, Hakkari’de de aynı vergi alınmak isteniyorsa, çocuğun kullanacağı tablet bilgisayar her iki yerde de yüzde 18 vergiliyse, belli ki sonuçta özellikle gerice bölgelerde bu alışverişlerde ya kayıt dışına kaçılacak ya ticaret ve yurttaş refahı üzerinde vergi yoluyla baskı kurulmuş olacaktır.
Bu nedenlerle, en azından kayıt dışılığı azaltmak, eğer sürdürülecekse kayıt zincirini kopartmamak için Katma Değer Vergisi oranlarında 18’lerden 10’lara ve düşük gelirlilerin kullanacağı ürün ve hizmetlerde adeta vergiyi önemsetmeyecek sadece iz sürülecek oranlara inmek gerekmektedir.
Buradaki gelir kaybı, kısmen daha fazla kayda girmekle, kısmen tüketimin canlanması ile kısmen de ÖTV dediğimiz ilk üretim aşamasında alınan denetimi ve tahsili vergilerin alanı biraz daha genişletilerek karşılanabilecektir.
Hatta daha ileri bir adımla bir zamanların perakende satış vergisi olan İşletme Vergisi uygulaması dahi bölgesel gelişmişlikler gözetilerek ve düşük oranlarla devreye sokulabilir.
6.Türkiye’de sermaye, ya inşaat işine girerek ya bu sektörün üretimine müşteri olarak katılmakla sınai üretim açısından “atıl” duruma düşmektedir.
Türk inşaat sektörünün bir şekilde iç piyasadan dış piyasaya kaydırılması gerekir. İnşaatta düz işçilikten vasıflı işçiliğe, buradan inşaat sektörünün beslediği her türlü sanayie kadar kendine uygun iklim bulan kayıt dışılık, başta gayrı menkul rantlarının vergilendirilmemesi dolayısıyla; belki kısa dönemde ekonomiyi canlandıracak bir lokomotif gibi görülmüşse de ülkedeki sınırlı sermayeyi de zaten sınırlı olan tasarrufları da yine bu sektöre gömmüştür.
Dikkat edilirse 2019 yılının yeni ilan edilen ilk 100 vergi rekortmeni arasında o anlı şanlı inşaat şirketlerimizden hiçbiri görülmemektedir.
İnşaat sektörünün içeride kısmen vergi verme çizgisine getirilmesi, belirli bir büyüklük ve kalifikasyona sahip olan firmaların ise bir zamanlar Güney Kore’nin yaptığı gibi ama her şekilde daha sıkı denetim altında tutularak desteklenmesi, gireceği dış işlerde kendilerine milli bir kurumca ihtiyaç duydukları teminat mektupları sağlanarak arkalarında durulması uygun olacaktır.
7.Abartılmış ithalat politikaları Türk ziraatını oldukça sıkıntılı bir duruma düşürmüştür. Bundan böyle, zirai kazançlar ancak ticari işlemlerinin izi takip edilecek ölçüde vergilendirilmelidir. Bu bir yandan tarımsal ve hayvansal gıda üretimi üzerindeki baskıyı kaldıracak, artan üretim ve iç üretim artışıyla düşen fiyatlar bir ileri aşama olarak işçinin geçim maliyetini düşürerek sonuçta ekonomimizdeki sınai ve ticari maliyetleri düşürecektir.
8-Türkiye’de sınai üretim belirsizdir.
Bırakın dükkanlarda kayıtsız malları, semt pazarında, işportada satılan tekstil, konfeksiyon, plastik eşya, tencere, terlik gibi ve daha birçok sınai malların önemli kısmı kayıt dışı alınıp satılır. Yukarıda belirttiğimiz açıktan işçilik ücreti nedeniyle üretimin önemli bir kısmı açıktan yapılmak ama neredeyse piyasada alenen satılarak paraya çevrilmek durumundadır.
Kısaca, üretim resmi kayıtlardaki kısmı ihracatta, mağazalarda satılırken gayrı resmi ya da üretimin kayıt dışı kısmı pazarlarda, işportada piyasaya sunulmaktadır.
Şu sorunun cevabı iyi düşünülmelidir:
Bırakın ticarethanelerdeki faturasız alış-satışları, acaba sadece “Pazar” satışları gerçeği ortadayken her mağazaya bir maliyeci diksek, ihraç edilen her ürünün imalatını dört göbek geriye kadar denetletip doğrulatsak “sistemi tam kontrol edebiliyoruz her şey kayıt altında” diyebilir miyiz?
Bu durum, karanlık odada kaybedilen iğneyi aydınlık odada aramak değil midir?
9-Türkiye’de kazançlar belirli midir?
Belirsizdir. En çok vergi veren dolayısıyla en çok kazanan 100 kişiden 67’si ismini gizlemiştir. Bu listede geriye kalan 33 kişiden bankalar gibi kendini gizleyemeyecek büyük kurumları da çıkarsanız, bulunacak yüzdelik, kazanç gizlemenin esrarını ve ciddiyetini daha da arttıracaktır.
Dikkat edilirse, Türkiye’nin dünya çapında dereceye giren ünlü müteahhitlerinden hiçbiri en azından bu listede ben de varım diyemedi. Acaba bunun nedeni kazançlarının düşüklüğü müdür yoksa aldıkları sonuçları kamuoyundan gizleme istekleri mi?
10-Eğitilmiş eleman konusu büyük ve yaşamsal sorunumuzdur.
Türkiye, gelişmiş ülkelerle olan arasını en azından daha fazla açmamak için en kısa zamanda ve en etkili biçimde, sınırlı sayıdaki yetişmiş elemanını artık ne dışarıya kaçırmalı ne hala dışarıda bırakmalıdır.
Bunun konumuz açısından çözümü, belirli teknoloji seviyelerinde görevlendirilecek kişilerin istihdamının olabildiğince vergi dışı bırakılmasıdır. Türkiye ekonomisinin hala konfeksiyon, otomotiv, madencilik, inşaat gibi değeri düşük mal ve hizmetler üretiyor olması, değeri düşük mal üretimlerindeki düşük ve nispeten korunan işçilik ücretlerinin (asgari ücret gibi) önemli ölçüde vergi dışı bırakılması, işletmecilerin daha çok bu sektörlere yönelmesine neden olmuştur.
Çünkü ileri teknolojik üretimde ücretler doğası gereği yüksek olmalıdır ama üzerine bir de yüksek vergiler gelince daha da yüksek olmakta, bu işlere kimse girmek istememekte, vasıflı eleman gerektiren konulara ilgi duymamaktadır.
Türkiye bir kısım politikacının “Orta gelir tuzağı” dediği ama kendine bu tuzağı kimin kurduğunu bir türlü çözemediği bu durumdan kurtulmak istiyorsa, ileri teknolojinin gerektirdiği vasıflı kadroları uzun yıllar içinde yetiştirmek için beklemek yerine, ne yapıp yapıp önce dışarıya kaptırdığı yetişkinlerini içeriye almalıdır.
11.Turizm sektörü
Turizm bir açıdan ihracattır. Mal ve hizmetin yabancıya içerideki teslimidir, dışarıdan sağlanan dövizdir.
Bu alandaki istihdam, turizm işletmelerinin kapasitesiyle kontrollü olarak, adeta kendilerine birer “norm kadro” tanınarak ucuzlatılmalıdır. Hele bu pandemiden sonra gereken toparlanma için buna büyük ihtiyaç vardır.
Turistik işletmelerin, mali destekten çok, ucuza sağlayacakları istihdam yoluyla hizmetlerini geliştirmelerine imkân verilerek güçlendirilmesi gerekir.
Ve sonuç olarak:
İşte burada, “ama”sı, “şu kadar ki”si yani bir kısım ayrıntısı ile ancak uygulama sırasında belirlenmesi gereken tarafı geriye bırakılıp kısaca dile getirilerek önerilen bütün bu politikalar, hem çalışanın, işçinin, köylünün yani alt gelir gruplarının ve hem de iş çevrelerinin rahatlayacağı, herkesin kazanabileceği “büyüme dostu vergi” politikalardır. Denetimle, yaptırımla değil her kesimin ekonomisine hitab etmesi ve dolayısıyla yurttaş-devlet ilişkilerini de yumuşatacak politikalar olması için önerilmiştir.
Gerisi politikacıların ve etkili çevrelerinin bileceği iştir.
Bülent SOYLAN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir