HARF İNKILABI VE HİLAFET

HARF İNKILABI VE HİLAFET

METİN KALE

Tarihimiz boyunca çok değişik ülkelere yayılan, ulusal dehalarını çeşidi devletler kurarak gösteren ve değişik kültürlerle ilişki içinde olan biz Türkler, bugün kullanmakta olduğumuz Latin alfabesine gelinceye kadar başlıca Göktürk, Uygur ve Arap alfabelerini kullanmışızdır. “Latin Harfleri ile Türk Alfabesi” veya Harf Devrimi olayını daha iyi anlayabilmek için Türklerin yazı konusunda geçirdikleri evreleri kısaca görmek ve Arapçanın Türk toplumu üzerindeki etkilerini bilmek gerekir. Türklerin ilk ataları Göktürkler olup, kullandıkları dil de Göktürkçe’dir. Bilindiği gibi bu dil Ural – Altay dil grubundandır. Bilinen en eski Türk yazılı belgesi de 732-733 yıllarında yazılan ve 1893’de çözülebilen meşhur Orhun Anıtları’dır. Arami kökenli olan bu yazıların Hitit, Likya ve Finike etkisinde kaldığı düşünülmektedir. Kaya ve taşlara yazılan, böyle olduğu için de yuvarlak değil, dik çizgilerden oluşan bu yazı tarzına “Runik” denir. Dokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru Türkler, Müslümanlığın ve dolayısıyla Arap yazısının etkisi altına girmeye başlarlar. Ancak Müslüman olmakla birlikte kendi dillerini bırakmazlar ve dil geniş halk kitlelerinin konuşma dili olarak canlılığını sürdürmeye devam eder.

Divanu Lügati’t Türk’ü yazan (1072) Kaşgarlı Mahmut Türkçenin, Arapçaya üstünlüğünü savunur. Fakat Arapça din dili olarak camide, bilim dili olarak da medresede egemendir artık. Selçuk ve Osmanlı medresesinde öğretim Arapça yapılır. Türkler İslâmiyetle birlikte kullandıkları Uygur yazısını bırakıp Arap yazısını almışlardır. Onuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar gelmiş geçmiş bütün Müslüman Türk Devletleri hep Arap yazısını kullanmışlardır. Osmanlı devleti de Arap yazısına büyük bir tutuculukla sarılmıştır. Arap yazısı Kur’an yazısı olduğu ve dinin bir parçasıymış gibi görüldüğü için alınmışür. Ancak bu yazı alınırken bunun Türk diline uygun olup olmadığı gözönüne alınmamış, din kaygısı, dil kaygısına egemen olmuştur. Bir bakıma Arap yazısı Türk diline tepeden inme giydirilmiştir. 

Türkler bu boyunduruğa ta Atatürk ortaya çıkana kadar kadanmak zorunda kalmışlardır. Türk fonetiğine uymayan bir yazı sistemi olan Arapça’da kimileri gırdaktan gelen çatlak sesler; kimileri de dil ucundan çıkan peltek sesler gibi Türkçede bulunmayan birtakım sesler için harfler vardı. Anadolu Beylikleri döneminde Türkçe bir ölçüde Arapça ve Farsçaya direnebilmişti. Bu beyliklerin kurucularının çoğu Türkçeden başka dil bilmiyorlardı. Özellikle Osmanlı Türkçesi tarihsel koşulların etkisiyle gittikçe Arapça ve Farsçanın egemenliği aluna girmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethi ile birlikte İstanbul’da kurulan sekiz medresede “Sahn’ı Seman medreseleri” derslerin tamamı Arapçaydı. Türkçe medreselerin dışına itilmişti. Yavuzla beraber halifelik Osmanlı Devletine geçince, devlet bir İslam İmparatorluğu hüviyetine bürünmüştür.

Osmanlı medreselerinin kapıları Arap ulemasına açılmıştır. Böylece Arapça güçlenme sürecine girer. Yirminci yüzyıla girilene kadar Arapça ve Farsça’nın Türk dili üzerinde baskıları sürer ve Osmanlı topraklarında kullanılan yazı dilinde Türkçe sözcükler % 38’e düşer, Arapça ve Farsça sözcüklerin toplamı da % 58’e çıkar. Arapçanın Türk halkı arasında dil birliğinin kurulmasını engellemek, ağız ve şive ayrılıklarını arttırmak gibi yıkıcı etkileri de olmuştur. Yani Arapça bir bakıma ulusal birliğin kurulmasında engelleyici bir faktördür. Onuncu yüzyıldan, ondokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar Arap yazısına sessizce boyun eğen Türkler, Toynbee’nin deyimiyle “…. Hısımları Macar ve Fin’lerin ta başından beri yaptıkları gibi, dillerini Latin Alfabesiyle yazabilmek için bin yıl beklemek ve bütün yazım güçlüklerine katlanmak zorunda kaldılar.” 

Tarihçe

Türkler 10. yüzyıldan itibaren İslam dini ile birlikte (eskiden İslam kültürünün vazgeçilmez ögesi sayılan) Arap alfabesini de Türkçe ses sistemine uyarlıyarak benimsemişlerdi. Bunu izleyen 900 yıl boyunca Türkçe’nin gerek Batı (Osmanlı) gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin Türkçe’ye uyarlanmış bir biçimi ile yazıldı.

1924′de Türkiye’de Okuma-Yazma oranı % 2,5 idi ve bütün çabalara rağmen, 1927 yılında, % 10 lara uluştırılabilmişti.

Yazı Devriminin Gerekçeleri

Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçe’nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıydı. Bu sorundan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870′lerden itibaren Türkçe’nin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imla konusunu gündeme getirdi.

Latin Harflerini Benimseme Gerekçeleri

1. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa’nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesinin kazandığı prestijin temeliydi. 1850-60′lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu.

2. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki’ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için, bu yazının terkedilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi özbenliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.

3. 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu’da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçe’nin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911′de Latin temelli Arnavut Alfabesi’nin kabulü ve 1922′de Azerbaycan’ın Latin alfabesini kabulü Türkiye’de büyük yankı uyandırdı.

Atatürk ve Dil Devrimi

Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından olan Kazım Karabekir, dil devrimine şüphe ile bakıyordu. Hatta 1923 yılında İzmir Milli İktisat Kongresinde alfabe ile ilgili bir bildiri geldiğinde okumaya bile gerek duymamıştır.

1926 yılında I. Türkoloji  Kongresi toplanmıştır. Bu kongre, tüm Türk ülkelerini ilgilendiren bir kongredir ve bu kongrede alınan karara göre Arap alfabesi Türklerin dil yapısına uymamaktadır. Bu bakımdan da tüm Türk devletlerinin ortak bir alfabede birleşmesine karar kılınmıştır; bu alfabe de Latin alfabesidir. Bu karar ise Türkiye’de yeniden bir “Dil devrimi” tartışması yaratmıştır.

Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 9 Ağustos 1928 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Sarayburnu Parkı’ndaki eğlencesinde Latin alfabesine geçileceğini duyurmuştur. Başöğretmen sıfatı ile memleketi köy köy, il il gezip halka yeni alfabeyi anlatmış ve tanıtmıştır. Sonunda 1 Kasım 1928 yılında Latin alfabesi kabul edilmiştir.

Latin alfabesinin kabulü ile tam anlamıyla bir okuma – yazma seferberliği, eğitim seferberliği başlamıştır. Okuma – yazma oranlarındaki artış, diğer ülkeler tarafından “mucize” olarak nitelendirilmiştir. 

Bir harf ihtiyacının hissedilmesi 1850’li yılların başında gerçekleşmiştir. Bu yıllarda Osmanlı aydın çevresinde edebiyat, sanat ve kültür alanında bir farkındalık vardır. Bu farkındalık 1862 yılında Osmanlı’da basın hayatının başlaması ile gündeme taşınmıştır; çünkü bu yıllarda gazete ve dergiler ortaya çıkmıştır. Gazetelerin ortaya çıkmasındaki amaç, halkı olup bitenden haberdar etmek olduğuna göre bu gazetelerin de bir dili olması gerekiyordu. Peki, toplumunun %80’den daha fazlasının okuma – yazma bilmediği Osmanlı, nasıl gazete çıkaracaktı? Okuma – yazma bilen kişilerin arasında okuma derecesi bu kadar farklı iken nasıl bir birlik sağlanacaktır? Gerçek anlamda basın, amacına ulaşabilecek miydi? Bu sorunları dile getiren kişi, yeniliklerin öncüsü olarak bilinen İbrahim Şinasi’dir. O, halkın anlayabileceği bir dilde yazmayı öne süren ilk kişidir. O, bir öncü olarak süslü ve ağır yazı yazma geleneğini yıkmıştır.

HİLAFETİN KALDIRILMASI

Hilafetin Türklerce sahiplenmesini ,araplar ( şimdi de ) hiçbir zaman kabullenmediler. Onlara göre, Hilafetin ancak Peygamberin soyundan birinin sahiplenmesi gerekir yani Mekke Küreyş ve Haşimi ailesinden birisinin olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir .Araplar için Halife,  bir dini makam olmayip bir devlet başkanlığıydı. Siyasi bir organ olarak anlaşılmaktaydı.Dolaysıyla arapların bizden kopması ile zaten onlar üzerinden bir egemenlik söz konusu olamiyacağından bu makama gerek kalmamıştı ve üzerimizde anlamsız bir yüktü. Hilafet ve saltanatın kaldırılması gerekiyor ve de kaldırıldı.Bu şuretle, medeniyet yolunda önemli iki devrim daha yapılmış olmaktadır.

KUTLU OLSUN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir